Dilerseniz yazıları podcast kanalımızdan sesli olarak dinleyebilirsiniz.
Alış-veriş üzerİne
İş sahipleri ya da tüm insanlar için hedef “veriş” yani “satış” mıdır? Yoksa nihai hedef “alış” mıdır? Seçimi zor bir konudur bu. Ancak herkes verişin önce alış kısmını uygulamak zorundadır. Belki önce şuna karar vermelidir: Veriş, satarak vermek midir? Yoksa alarak para vermek midir?
Şimdi, çarşıya çıkan bir memur, alış-veriş iyi gitti derken başka bir şey demek istiyordur, alış-veriş iyi gitti diyen dükkân sahibi başka şey… İş sahibi için konuşalım. Mal vererek para almak desek de olur. Para alarak mal vermek de alış-veriş olur. Yani neticede burada adamımız para kazanmakta, diğer bir söyleyişle de kâr etmektedir. Sonra elindeki kârla alış-verişe çıkar, yani memurvari olana… Ancak burada da kazanmak istemektedir. Mesela değerinin yükseleceğinden emin olduğu ve çabuk satılacağını bildiği şeylerden almak ister. Hattâ satmayacağı şeylerden, yani tüketeceği şeylerden alırken bile, miktarlarını yüksek tutarak hem indirim sağlamak hem de muhtemel fiyat artışlarından korunmayı hedefler. Daha da olmazsa vadeli ödemelerle ödeyeceği paranın en azından sıcaklığını, en çoğundan güvenliğini bir süre daha hissetmek ister. Ya da en arttırılmış şekliyle, vereceğini, vereceği paranın elinde durduğu süre içinde getireceği gelirden karşılamayı hesaplar. Böylece standartlara göre, akıllı ve hırslı (bunun piyasadaki anlamı olumludur) bir iş sahibi yaşamının tamamını bir “alış”la geçirmeyi hedefler. Bu belki tek bir kişi açısından doğru bir hedeftir.
Ancak bu örnek, toplumda çoğalmaya başladığında veya yeterince yaygınlaştığında bir grubun sürekli kârı söz konusu olmaya başlayacaktır. Tabii ki bu sürekli kârlılık, ikinci bir grubun da sürekli zararına yol açacaktır. Ve konu bir süre sonra söğüşlemeye dönüşür. Sürekli kâr eden grup için yeni ihtiyaçlar üreyecektir ve yeni ihtiyaçların da yeni kârlara talip olması kaçınılmazdır. Bu durumda zararlı tarafın zararı da büyüyecek ve sonuç iki grubun düşmanlığına varacaktır. Bu da üretime sekte vuracak, kâra alışan ve kâr etmesi mecburiyete dönüşen taraf ister istemez zarardaki alıcı grubun ambargosuyla daralacaktır. Kâr tarafının üretimi böylece zorlaşınca, o taraf da üretim dışı kazanç yollarını araştıracaktır. Yani zarardaki grubun motiflerini ya da sıkışıklık anlarını kollayacaktır. Zararlı taraf da paranoyak bir davranışa itilerek sürekli kazıklanma korkusuyla asabileşecek, üstelik ucuz fakat kalitesiz alışlara yönelecektir. Bu durumda kârcı taraf uyum göstererek üretiminin kalitesini ucuz fiyata ayarlayacak, sürüm yönüne hamlettiği için gayretini çoğaltmak zorunda kalacak, ancak üretim risklerini azaltarak da rahatlayacaktır. Sonuçta kârcılar az riskli ve az yatırımlıya dönüşen üretim piyasasında artan rakiplerle karşılacaklar ve kâr tarafı kurtlar sofrasına dönüşecektir.
Şimdi… bir alış-veriş meselesi ne belalar açıyor?... Üstelik bu kurtlar sofrasındaki sıkışıklık hiçbir zaman zararcı tarafın avantajına gelişmeyecektir. Üretimin tadı ve kârı kaçınca üretmekten ziyade satmanın avantajı gelişecek ve en sonunda herkes satıcı olmaya kalkışınca da kârlılıktan ziyade acılar ve saldırganlık baş gösterecektir.
Çözüm… Bildiğim kadarıyla çözüm üretimleri mal üretiminden daha ziyadedir. Ancak hep taraflı olmakta ve gittikçe bataklığa sürüklenmektedir. Çözümlerin uygulandığı yerlerde ise söğüşleme sınır dışına taşmakta ve kavga gürültü uluslararası boyuta varmakta, insanlar birbirilerini öldürmeye başlamaktadır.
Bence çözüm aramak nafiledir. Gidişat da mukadder. Bana kalırsa şu Havva’nın yasak elmayı ısırıp (ya da kim ısırdıysa) karşı gelmesi biz insanlara epeyce pahalıya mal olmuştur. Her şeyi baştan yanlış kurma cezasına çarptırılmış gibiyiz…
Orhan Deliorman
Tecrübe üzerİne
Tecrübe ömür boyu süren günlük, hattâ saatlik bir gelir şeklidir. Ve sanıldığından ya da mantıkla hesaplandığından daha uzun ve basit bir yapıya sahiptir.
Oyuncaklarıyla oynayan bir çocuğun, teneke davuluna diğer bir oyuncakla aylarca vurması, davulun çeşitli yerlerine o oyuncakla vurulmasından çıkabilecek tüm sesleri kaydetme ve bunların içinden kendisine en uygun olan sesi ya da sesleri bulma çabasıdır.
Sonra aynı davula öbür oyuncakla vurmaya başlar… Aman Tanrım! Bu bitmeyecek gibi görünen bir deneme kuyusudur. Çocuk yıllar alan bir süreçten sonra büyür ve koca bir adam olur. Ama hâlâ bir şeylere bir şeylerle vurmaya devam etmektedir. Bunu pek kimse fark etmez. Ama masaya kalemle, ayağıyla da koltuğunun demirine vurmakta ve bütün bu sesleri kendisi bile fark etmeden dinlemekte, üstelik de kaydetmektedir. Bu yalnızca seslerle ilgili bir deneme/kayıt süreci gibi görünse de yan ürünler de vermektedir. Etki/tepki/hız/güç gibi bilgiler de kayda alınır. İşte tecrübe bunun gibi bir şeydir.
Küçük bir tecrübe kazanmak için kısa bir çalışma niyetiyle başlanır; sonsuz bir kuyuya girildiği anlaşılır; sonu gelmeyecek umutsuz bir çalışmanın umulmadık bir noktasında bir sürü şeyin çözülüverdiği fark edilir. Sonra da alınan yolun kısalığı…
Tecrübe edinmenin bence en kazançlı yolu ihtisaslaşmaktır. İş yaşamınızın çocukluğunda bir kalemle bir tahtaya vurmaya başlarsınız ve buna sabırla devam edersiniz. Sonra yine aynı kalemle bu kez de başka bir tahtaya, ama yine tahtaya vurmaya geçersiniz. En ilerlemiş halinde yine tahtaya değişik kalemlerle vurur durursunuz. Ve bütün tahtalarla bütün kalemlerin birbirlerine çarpmalarından çıkan tüm sesleri değilse bile önemli bir kısmını kayıt altına almış olursunuz. O konuda tecrübeli ve güvenilir bir kişilik oluşturursunuz. Ve tahtalarla kalemlerin birbirine çarpmalarından çıkan sesler sizden sorulur.
Sanatçı ve yaratıcı kişiliklerin ise bunu uygulaması bana hep olanaksız gibi görünmüştür. Onların iş ve ticaret yaşamı en azından bu yüzden yalnızca talihli çıkışlara bağlı kalacaktır. Ve yıldızları bir göz kırpma sürecinde yol alacaktır. Onların ticarî ve biyolojik hayatları alakasız bir şeyleri birbirine vururken noktalanacaktır. Bu konuda başarılı olan sanatçılar belki itiraz edebilirler. Ancak onları ben sanatçı uçuşları açısından yer hostesleri gibi algılıyor ve tanımlamalarımın zaten diğer grubunda ele alıyorum.
Gerçekten sanatçılar özel zihin özgürlüğünde her şeye rağmen (yani kazanmamaya ve kazanmamanın peşinden gelecek olan diğer eziyetlere rağmen) ısrar ederler. Onlar mutlaka yeni bir ses peşinde, mesela bir sütyenle bir kamyonun birbirine çarpmasından çıkan sesi dinledikleri sırada ölüp gideceklerdir. Çünkü onlar sanatçıdırlar. Ve zaman zaman heveslendikleri ticarete ancak tramvaya bedel ödemeden asılmaya çalışan çocuklar kadar dahil olacaklardır.
Sonuç olarak tecrübe, ölümün kesinliği kadar kesin bir gelir türüdür. İstemeden bile kesinlikle kazanılacaktır. İstenmese bile sonunda ölüneceği gibi…
Şimdi… bir alış-veriş meselesi ne belalar açıyor?... Üstelik bu kurtlar sofrasındaki sıkışıklık hiçbir zaman zararcı tarafın avantajına gelişmeyecektir. Üretimin tadı ve kârı kaçınca üretmekten ziyade satmanın avantajı gelişecek ve en sonunda herkes satıcı olmaya kalkışınca da kârlılıktan ziyade acılar ve saldırganlık baş gösterecektir.
Çözüm… Bildiğim kadarıyla çözüm üretimleri mal üretiminden daha ziyadedir. Ancak hep taraflı olmakta ve gittikçe bataklığa sürüklenmektedir. Çözümlerin uygulandığı yerlerde ise söğüşleme sınır dışına taşmakta ve kavga gürültü uluslararası boyuta varmakta, insanlar birbirilerini öldürmeye başlamaktadır.
Bence çözüm aramak nafiledir. Gidişat da mukadder. Bana kalırsa şu Havva’nın yasak elmayı ısırıp (ya da kim ısırdıysa) karşı gelmesi biz insanlara epeyce pahalıya mal olmuştur. Her şeyi baştan yanlış kurma cezasına çarptırılmış gibiyiz…
Orhan Deliorman
Acemİlİk üzerİne
Acemilik doğumla başlayan temel bir davranıştır. Ve bu doğum ister dünyanın doğumu, ister yeni bir işin doğumu olsun, hep var olmuştur.
Hele iş yaşamında acemiliği yaşamamış olana rastlanmaz. Üstelik ustalığın bile acemiliği varken! Herkes her an göreceli olarak acemidir.
Ah o acemilik! Herkes bir süre önce yapmış olduğu acemilikleri yapmakta olanları seyrederken onlara acır. Bu bile acemiliktir. İş yaşamı ise acemilikler ile başlar, acemiliklerle sürer ve acemiliklerle biter. İşin doğumu, ortaklığın doğumu, müşteri ile ilk karşılaşma, hattâ son karşılaşma hep acemiliktir…
Acemilik koca bir ağaç gibidir. Bu ağacın üzerinde bir karıncanınkine benzeyen ve bitmeyen bir yolculuk yapılır. Tekrar tekrar aynı dallardan geçilse bile, mevsim kimi zaman kıştır, kimi zaman ilkbahar, bazen aynı dallar kuru, bazen çiçekli, bazen meyvelerle kaplı, kimi zaman da karlarla örtülüdür. Zavallı iş sahibi çoğu zaman aynı yerlerden geçtiğini bile anlayamayacaktır.
Acemiliğin çözümü, önce acemiliği kabullenmek, sonra bu bitmeyen yolculuğa çıkıldığının bilincinde olmak ve de söz dinlemektir. Ve hiçbir zaman ve hiçbir nedenle acemiliğinden utanmamak…
Sürekli olarak kül yutmadığından ve bir tek kulağının arkası kaldığından kabararak söz eden müteşebbisleri dinler insan. Bunlar insanları fon olarak kullanarak aslında kendilerine, ne acemilikler yaptıklarını anlatıp duran mağlup takımdır. Ve yine bir şeyleri atladıklarını hatırladıklarından dolayı hikâyelerini sinirli sinirli anlatırlar çoğunlukla. Ve inanınız ki bunlar kulaklarının arkasını da kurtaramayacak olanlardır. Bunlar kabullenemeyenler, hiç acemilik etmeyen birilerinin mutlaka olduğunu zannedenlerdir. Çünkü onlar da kendilerine bir sürü palavrayı sinirli sinirli anlatan palavracılara inanır dururlar.
Başkalarının yaşamakta oldukları acemilikler, kendi eski acemiliklerimize benziyorsa ne denli can sıkar ve aslında ne gizli bir zevk verir bize… Herkes için aynıdır bu… Ancak her keresinde başlarken sormayı akıl eden acemilerle, yalnızca yeteri kadar bilgi verme olgunluğuna sahip olanlar karşılaştığında mutlu sonuçlar oluşur. Hele ki soran yaratıcı ve üretici bir zekâya sahipse. Hele ki sorulan kişi daha önce ve hali hazırda sormayı akıl edebilense ve gerçekten olgun bir kişiliğe sahipse.
Bu dünyada kimler yol alıyor sanıyorsunuz?...
Orhan Deliorman, Tahminen 1990’ların başları
VAPURDA DÖRT MEVSİM
Akşam vapurunda geç saatler. Kör ışıklı lambalar. Suni deriden, yıpranmış yamalı kirli koltuklar. Yerde marley, tavanda turuncu can yelekleri. Kirli beyaz gömlekli bir çaycı ortalıkta dolaşıyor. Bir iki sarhoş. Bir sürü asık suratlı insan. En az da kadınlar. Mevsim kış. Çaycı ön güvertenin kapılarını açıp kapattıkça insanı sinir eden soğuk bir esinti giriyor salona. İnsanlar koltuklarda karşı karşıya oturuyorlar. Kimi gazete okuyor, kimi pencereden dışarıyı seyreder gibi yapıp camdaki yansımadan içeriyi izliyor. Bazıları diğerinin elindeki gazeteye takılmış. Arada uyuyanlar ve uyuklayanlar da var. Vapur bir sağa bir sola yatıyor hafif hafif.
Vapurun da her şeyi kendine özeldir, aynı tren gibi. Şablonla püskürtme yazılmış tabelada, “Vapurlarda yer tutmak ve yatmak yasaktır” yazıyor. İki adam hararetle sohbet ediyorlar. Belli ki bir hayli insan da onları dinliyor ve anlattıkları olayın tiplerini gözlerinde canlandırmaya çalışıyorlar. Arada bir, hiç hesapta olmayan konularda bilgi edindikleri bile oluyor. Karşı koltuktaki adam ani bir hareketle öne doğru fırlıyor. Koltuğunun arkasından bir hamam böceği geçtiğini fark ediyoruz. Adam fena halde huylanıyor. Onun yanında oturan, gazetesine kaptırmış, olayın farkında değil. Böcekli adam onu uyarmak için zavallı bir endişeyle yüzüne bakıyor. Öteki aldırmıyor. Uyumayanlar böceği takip ediyorlar. Böcek iki adamı daha huylandırıp koltuktaki aralıklardan birine girip kayboluyor. Hâlâ adamın sıçrayışına için için gülmekte olan karşı koltuktan biri, aniden huzursuz oluyor ve oturduğu koltuğun arkasına endişeyle ama güya kimseye fark ettirmeden bir göz atıyor.
Sıradakilerin hepsi kımıldanıyorlar. En az üç kişi kaşınmaya başlıyor. Çaycının para toplama sahnesini takip ederken olay unutuluyor. Sıra Haydarpaşa gümrüğünde yükleme boşaltma yapmak için yanaşmış gemileri seyretmeye geliyor. Kocaman gemiler. Onların güvertelerinde de kör ışıklar yanıyor ama nedense bizim vapurunkilerden daha parlak görünüyorlar. Koltuklardaki insanlardan pencere kenarında oturanlar ve onların bir yanındakiler mutlaka, diğerlerinden de bazıları yük gemilerine bakıyorlar. Kim bilir akıllarından neler geçiyor?
Ben her defasında böyle bir gemideki yaşantıyı düşünürüm. Kamaraya girerim. Soğuk havada akşama kadar çalışmış ve yorulmuşumdur. Akşam olmuş, iş bitmiş, sıcak bir kamarada sohbet. Biraz içki, bir sigara. Evden uzak. Garip bir özgürlük hissi. Fena halde de hasretlik...
Nane şekeri satan daha beyaz gömlekli, yaşlı, iri yarı garson geçer o arada. Çaycıya nazaran biraz daha sevimlidir. Elinde yuvarlak bir tele taktığı yüzlerce küçük torba nane şekeri. Yük gemilerininkinden daha çok seyircisi olur bu şekerlerin.
İlerideki koltukta biri, vapur hareket ettiğinden beri kendi kendine konuşmaktadır. Diğer biri o soğuk havada pırtıl bir kazakladır. Başka biri gözlüklerini burnuna düşürmüş hesap yapıyordur. En çoğu da gözlerini bir oraya bir buraya dikip kara kara düşünür. Hesapları tutmaz bir türlü. Çaycı ve şekerci herkesle akraba gibidirler. Bir de arada kaptana çay götüren siyah keçe elbiseli adam geçer merdivenlerin oradan.
Salonda oturan insanların kim olduğunu, neler düşündüklerini bulmaya çalışırım. Eğer sigara içmek için dışarıya oturmuş biri, kapıyı açıp rüzgârla birlikte içeri girerse herkes meraksız bir merakla onu takip eder. Sanki her akşam aynı vapurda konuşma yapan bir hatip kürsüye doğru ilerlemektedir. Adam takip edildiğini hissederse, ki genellikle hisseder, sıkıntıyla üstünü başını düzeltir, ellerini ceplerine filan sokar. O gözden kaybolunca herkesin yüzünde “Başka biri daha gelsin de bakalım” gibilerden bir istek görür gibi olurum.
Akşam vapurunun bu garip yarım saati hep aynı geçer. Bazen vapur her zamankinin dışında bir yerde yavaşlarsa herkes bir o pencereden, bir bu pencereden bakınmaya başlar, bir kımıldanma olur salonda. Neticede hiç kimse bir şey anlayamaz.
En canlı yer çay ocağıdır. Aydınlık, hareketli, buharlı, sarı sahlep kazanlıdır. Aynaları, bardak dizili rafları, pervazlarına asılı rengârenk çerez paketleriyle göz çeker. Ocaktan sürekli bir bardak şıkırtısı gelir. Akşam vapurunun en çok, ocağa bakan salonunu severim. Hele kışsa. Eskiden sigara da içilirdi salonlarda. Cam kenarında bir kaloriferi soluma alıp bacak bacak üzerine atar, çaycıyı beklerdim. Çayım geldi mi onu itina ile kaloriferin üzerine koyar sigaramı yakardım. Pencereden kâh dışarıyı kâh içeriyi seyredip sigaramı tüttürür, çayımı yudumlar ve gerçekten çok keyif yapardım.
Gündüz vapuru da kalabalıkta iyi olur, ama vapurda akşamın tadı başkadır. Gündüz vapurunda işportacılar, dilenciler, şımarıklık yapan delikanlılar vardır. Havayı dağıtırlar. Akşam vapuru bezgindir, ağırbaşlıdır, insanı kendisine döndürür. Akşamüzeri vapuru ise fazla hareketli. Sabah vapurunu hiç sevmem. Yolun yarısına kadar uykuludur. Yarı kapalı aptal bakışlarla açma yiyip acele acele çay içen, ikinci çayı işaret etmek için fırsat kollayan, dudaklarını sarkıta sarkıta gazetelerin önce spor sayfalarını okuyan insanlar olur hep sabah vapurunda. Oysa akşam vapuru filozoftur. Gece vapuru ise eşkıya.
Akşamüzeri vapuruna eğer Eminönü’nden binerseniz hiç tanımadığınız malların tüccarları vardır. Ayak üzerinde birbirlerini kazıklamaya çalışırlar durmadan. Aynı saatte Karaköy’den binerseniz dedikodu yapıp eğlenen kadınlı erkekli banka memurları bulunur çokça. Ya da daha çok onların sesleri duyulur. Beşiktaş vapurunda ise üniversite talebeleri. Öğlen vapurları hiç çekilmez. Karaktersizdirler. Çaycıları uyuzdur. Sonra gündüz vapurlarındaki çay ocakları da denizden çıkmış kaya balıklarına benzer. Renkli mi renksiz mi anlaşılmaz. Yolcu azdır. Kışın tenha salonlar sıcak olsa bile üşür insan öğlen vapurunda.
Vapur yolcusu olmanın en can alıcı tarafı vapura inip binme sahneleridir. Kapı açılmadan önce herkes birini gözüne kestirir. Bugün mutlaka hakkını koruyacak ve önüne geçmeye hazırlanan şu adama, ustaca bir vücut çalımı ile haddini bildirecektir. Oysa kapı açıldığında sürprizler başlar. Önündeki adam, hiç hesapta yokken yere koyduğu kocaman siyah poşetleri almak için eğilince zaman kaybeder ve bırakın adama haddini bildirmeyi arkadan gelen en az on kişinin daha arkasında kalır. Bu büyük ama zarif lokmayı kim bilir kaçıncı kez yutmak zorunda kalmaktadır! Sıra halatları aşıp tahta köprülerde bir yer bulmaya gelir. Hani köprünün yanından atlayıvermek de mümkündür, ama birinin daha ona çalım atmaya kalkıştığını fark edip işi inada bindirmiştir. İlle de tahta köprüden yürüyüp binecektir. Bu arada ters bakışmalar, hafif söylenmeler olursa da, o insan seli arasında konuşacak vakit yoktur. Durup da bir şey söylemeye kalkıştınız mı, en az üç dört kişiden lâf işitir ve iyice sinir olursunuz. Merdivenler çıkılıp salonda iyi kötü bir yer bulunur. Aradaki boşluklar iyice ortalanıp, “Biraz sıkışır mısınız?”cılara karşı tedbir alınır.
İskele tarafının pencere yanlarına oturanlar, yıllarca bitmeyen tükenmeyen bir merakla “geç kalıcılar”ı izlerler. Bu izlemenin en keyifli yanı, birazdan kapıların kapanmasıyla birlikte camlara sinekler gibi yapışıp kapı görevlisine önce kapıyı açması için yalvaran, açmayınca da birtakım mimiklerle onu lanetleyen yolculardır. Onların çırpınışlarını ve kim bilir kaç kez iyilik edeyim derken başı derde girmiş olan görevlinin acımasız tutumunu vapurun içinden izlemenin keyfine doyum olmaz doğrusu. Bazen ek olarak bir de hararetli tartışma çıkar. Karaya vurmuş istavritler gibi çırpınan “geç kalıcılar” bir süre sonra ölmekte olan istavritler gibi yavaş yavaş sakinleşir ve gıpta ile vapurun ışıklı pencerelerine bakakalırlar. Neredeyse yarım saat kaybetmiş olmak yüzünden suratlarında öyle acıklı bir ifade oluşur ki, kendimi denizaşırı bir yolcu, onları da gözü yaşlı uğurlayıcılar gibi hissederim.
Sonra, salonları masalı ve koltuklu vapurlar vardır. Bir masa kapmak önemlidir. Böylece hem elinizdeki paket ya da çantayı hem de çayınızı koyacak bir yeriniz olur. Bacak bacak üstüne atmakta zorlanıyorsanız eğer, ayaklarınızdan birini masanın bacağına takar ve üste attığınız bacağınızın geri düşmesini önlersiniz.
İnişlerde ise çok ince ayarlar yapmak gerekir. Koltuktan kalkmanın zamanını iyi seçmelidir. Yoksa aşağı inildiğinde kalabalığın tam ortasında, görüş mesafesiz bir yerde sıkışır kalırsınız. Sonra aşağıda iyi bir mevki bulmanız da yeterli olmaz. Vapurun önünün mü yoksa arakasının mı daha önce yanaşacağını kestirmek ve her iki tarafa da kolayca yönelebileceğiniz bir siper ayarlamak icap eder. Her şeye rağmen yine de birileri sizi mutlaka sollayacaktır. Ayrıca vapurları tanımak gerekir. Bazılarının ön inişleri sıkışık olur. Çünkü bunlar büyük vapurlardır ve iskelelere bir numara büyük geldiklerinden onların kolay inişi, yalnızca arka taraflarıdır.
Vapur yolcusu deyip geçmek olmaz. Vapur yolcuları uzman kişilerdir. Onlar yaklaşık yedi-sekiz yüz, bazen de bin-bin beş yüz kişi arasında koskoca vapuru hâkimiyetleri altında tutarlar. Hepsinin iyi kötü bir yeri vardır. Hepsinin bir inme binme stili vardır. Çaycıyı uyarmak, soğuk çay tuzağına düşmemek, dilencilere enayi gibi para kaptırmamak, işportacılardan en iyiyi en ucuza almak, rüzgârın ve güneşin yönünü, vapur daha gideceği istikametin tersinde dururken hesaplamak, kışın açık güvertelerde sıcak baca geçişlerinin yerlerini bilmek, iniş biniş köprülerinin ucuna basıp tahtayı havalandırmadan, denizin çekildiği günlerde alçakta kalan vapurlara kafayı çarpmadan, vapur babalarına kedi gibi hafifçe basarak inip binmek ve tüm bunların çoğunu her sabah, her akşam uygulayarak karşıya geçmek zor zanaattır aslında. Jeton kuyruklarının en kolay ilerleyecek olanını kestirmek, memuru yeni gelen gişeyi fark edip oraya geçivermek, kapıyı kapatmakta olan görevliyi birtakım figür ve mimiklerle etkileyip aralık kapıdan son anda geçmek kolay mı sanıyorsunuz? Örneğin geç kaldıysanız ve yeteri kadar canlı koşmuyorsanız, memur suratınıza baka baka kapatıverir kapıyı. Ya da yeteri kadar kararlı istemezseniz çaycının tepsisindeki son çay, sizden sonra isteyen adama gider ve ikinci parti çaydan alabilmek için çırpınır durursunuz. Üstelik ilk partide yalnızca vakur bir el işaretiyle istediğiniz çayı, “Çaycıııı!” diye seslenerek almak ve biraz avamlaşmak zorunda kalırsınız. İnerken iyi yer tutamazsanız köprü veren çımacıdan “çek ayağını” diye fırça yer, mahçup olursunuz. En kötüsü vapur hareket ettikten sonra sigara almayı unuttuğunuzu fark edebilirsiniz. Çaycı paranızın üzerini getirmeyi unutur ya da unutturabilir. Ama bütün bunlar da olmasa hani, dört mevsim, her sabah, her akşam çekilmez vapur.
Her şeye rağmen beni esas ilgilendiren akşam vapurudur. Uzun zamandır izlerim. Vapurlar değişti, iskeleler değişti, en önemlisi insanlar değişti, ama akşam vapurunun zihnimdeki anlatımı değişmedi.
Orhan Deliorman, 1995, Çiftehavuzlar, İstanbul.
DEMİRDEN BİR NEHİR
Dünyanın her yerinde birbirine benzeyen mekânlardır tren istasyonları ve garları. Biraz hüzünlü ama güven vericidirler. Stratejik önemleri ve yatırımlarındaki azamet yüzünden olsa gerek, mutlaka resmîdirler. Güven duygusu belki de bu nedenledir. Yapıları ciddi görünüşlü, esaslı ve detaylıdır. Hele de garlar. İstasyonların yalnızlığı sever haline karşın garlar daha sosyal görünürler. Bir gar yapısı içinde, jandarma karakolundan deposuna, umumî telefonlardan lokantasına, şef odasından personel yatakhanesine, revirinden tren ve frenci evine kadar uzanan çok kompleks bir yerleşim vardır. Üstelik her köşesi sahipli bir yapılanmadır bu. İnsanların çoğu treni bir ulaşım aracı olarak bilirler. Oysa ki o, aslında çok önemli bir nakliye aracıdır. Nakliye ve ulaşım iç içe olmasına karşın bu iki işlemin müşterileri pek karşılaşmazlar. Çoğu istasyonda zaman zaman tanklar bile görürüz yük vagonlarının üzerinde, ama bunların nasıl yüklenip indirildiğini görmeyiz. Yük vagonlarının araba vapurlarına binip inişine çok az kişi şahit olur, ama denizde vagonlarla dolu bir sürü araba vapurları geçer yanımızdan. Sırf, deniz kenarına kadar karadan gelen rayların, vapurdaki raylara nasıl bağlandığını görebilmek için, kaç kez görevlilere yalvar yakar olup oralara kadar gitmişimdir. Ama yükleme-boşaltma saatine rastlayamam. Aslında bütün bu işlemler tren yolcularının çok yakınlarında bir yerlerde olur, fakat ustaca maskelendiklerinden midir, yoksa tesadüfen mi öyledir bilinmez, bir türlü göze görünmezler. Sanki “Tıp!” oynuyormuş gibi… Her seferinde her şeyin pozisyonu değişir, ama izleyince sanki her şey yüzyıllardır aynı yerde duruyormuş gibidir.
Hangi vasıtayla olursa olsun uzun yola çıkmaya başlamanın bir tadı vardır. Bu uvertürü, bir tren istasyonundakinden daha yoğun olarak hiçbir yerde yaşayamazsınız. Her istasyon başlı başına bir dünyadır. Bir kere mutlaka hoş bir mimarisi vardır. Çünkü neredeyse tarihî bir binadır. Bir büfesi, bazıları kırık bankları, peronuna dizilmiş güzel lambaları, baklava desenli korkulukları, epeyce büyümüş ağaçları vardır. Tren, oldukça tecrübeli bir araçtır, bu büyük ağaçlar da bunun kanıtıdır. Sonra yine mutlaka gözden uzak bir köşede tuvaleti olur istasyonların. Binasının içinde kısacık bir turnike ve ardında pirinç kapaklı, kemerli bir gişe penceresi, istasyonun olmazsa olmaz motifidir. Bu pencereden lacivert elbiseli sakin bir gişe memurunun göğüsten yukarı bölümü görünür. Gişenin içi oldukça büyük ve bir ev gibidir. Zaten de belki içeriden bir kapıyla gişe memurunun evine bağlanmaktadır. Bu yüzden gişecinin, lacivert elbisesinin altında, pijama pantolonu veya en azından terlikleriyle oturduğundan şüphelenmişimdir hep.
Kemerli gişe penceresinden içeriye doğru eğilip bir şeyler söylemeye kalktığınızda sesinizin gidip gitmediği konusunda tereddüte düşersiniz. Eğer daha da eğilip ağzınızı pencere hizasına getirmeye kalkışırsanız, bunca gayretinize karşın, içerideki memurun rahatça oturup, sesinin duyulup duyulmadığından hiçbir endişe duymaksızın cevap vermesi karşısında, kendinizi biraz aldatılıyormuş gibi hissedebilirsiniz. Memur, yılların bıkkınlığı ile mutlaka yavaş bir tonda cevap verir. Siz ise önce sesinizin iyice duyulması, sonra da memurun cevabını iyice duyabilmek için epeyce bir gayret harcarsınız. En iyi ihtimal, ağzınızın hizasına yakın ama yine de ayarlama yapmanızı gerektiren birkaç delik bulunur camda. Ama bunlara da hiç güven duyulmaz doğrusu. Çünkü insanlar genelde, sesin böyle delikler vasıtasıyla hangi doğrulukla yayıldığını hesaplama tecrübesine sahip değillerdir. Hele bir iki kez bu iletişim problemi yüzünden yanlış bilet almış olanlar, o küçücük kemerli pencereye o kadar çok sokarlar ki kafalarını, içimden gişe memuru olmak gelir. “Eğer ben gişe memuru olsam, pencerenin bana bakan yüzünün çevresine komik saç modelleri çizip, kafasını iyice sokanların portreleriyle çok iyi vakit geçirebilirdim doğrusu” diye hayal kurarım.
Sonra yine gişenin bulunduğu mekânda, soğuk mu soğuk görünüşlü bir bekleme salonu olur. Neden bu kadar soğuk göründüğünü pek kolay çözemezsiniz. Oysa oturma yerleri perondakilerden daha tertiplidir. Hattâ bunların dairesel ve pek hoş modelli olanları bile vardır. Ama yine de soğuktur. Bu salonlarda oturan insanlar da donuk ve durgun görünürler.
Peron her zaman daha iyidir. Hele akşamsa. Hele akşamüzeri ise! Hele de mevsim ilkbahar ya da sonbaharsa! Peronun lambaları yanmış, volta atarak tren bekleyenler silüetlere dönüşmüş; uzayıp giden ve çoğunlukla biraz ileride kıvrılarak ağaçların arasında kaybolan raylardan başka her şey kararmıştır. Az ötede bir kırmızı ışık yanar, ya da yeşil. Ama kırmızıysa tam kırmızı, yeşilse tam yeşil! Etrafı hareli ve rayların üzerine yansıyan bir ışık. İstasyon binasının taş duvarlarındaki küçük pütürler akşamüzerinin uzun gölgelerini kullanıp büyümüşlerdir. Bekleme salonuyla gişe odasının parmaklıklı pencerelerinden sarı ve beyaz ışıklar görünmeye başlamış, karşı perondaki demir ve saclardan yapılı, neden o kadar yüksek tavanlı olduğunu ise bir türlü çözemediğim bekleme yeri bile, bir şeye benzemiştir. Paylar, direkler, yukarıda garip silüetler oluşturan teller ve karanlık ağaçlar, o kadar güzel kaynaşırlar, o denli birbirlerine yakışırlar ki!
Raylara dalıp gider insan. Onların gözden kaybolduğu nokta ile bulunduğunuz yer arasında gözünüzü bir ileri, bir geri gezdirirsiniz. Bu, rayların davetidir aslında. Sonra peronun kenarına yaklaşıp yağdan kahverengi olmuş taşlara, çılgınca miktarlarda dizilmiş ahşap ya da beton traverslere bakar, aralarındaki sigara izmaritlerinin çokluğunu geçirirsiniz aklınızdan. Kâh ayağınızın yarısını peron taşından dışarı çıkartarak, kâh yerdeki karoların arasındaki çizgilerden yürüyerek çocukça dakikalar geçirebilirsiniz. Arada bir birisi, perondan rayların üzerine atlar ve aceleyle karşı perona tırmanır. Bu bir çocuksa eğer mutlaka acele eder. Çünkü yaptığı şeye homurdanan bir ihtiyarın yine oralarda olduğunu hisseder. Peronda bekleyenlerin çoğu yolun iki yanına doğru, onun adına çabucak birer bakış atarlar, tren geliyor olabilir mi diye. Sonra bir ses gelir, aynı tren sesidir bu. Oysa ki, ya yandaki sokaktan geçen bir tüp arabasının, ya da bir otomobilin kornasıdır. Normal zamanda yolda yürürken arkanızdan aynı korna çalınsa, katiyen tren geliyor zannetmezsiniz. Nereden çıkmıştır, ya da ben kimden duymuşumdur bilmem, “Tren bekleyen tren sesi duyar” diye bir söz vardır. Her seferinde “Demek ki bu söz doğruymuş” diye geçiririm içimden.
Bütün bunları bir garda, daha değişik boyutlarda izlersiniz. Eğer akşam vakti bir garda tren bekliyorsanız muhtemelen yolunuz uzundur. Silüetler daha büyük, teller daha karmaşık, etrafı hareli lambalarla kemer pencereli gişeler, en az üçer dörder tanedirler. Ancak gişe memurlarının alt kıyafetleri şüphe uyandırmaz burada. Bir sürü demir yolunun ilerisi var ama gerisi yoktur. Gerilerinde kocaman vagon tamponları olur. Koskoca bir yolun bittiği yerdedir bunlar. Hani esaslı bir kütüphanede, hortumuyla kafasını dayayıp kitapları tutan fil ağırlıklara benzetirim onları. Sanki trenler hiç fren yapmadan gelip bunlara çarparak duruyorlarmış gibidir. Binlerce kilometrelik çok uzun bir yol, bu tamponlarla “pat “diye bitivermektedir. Hani her şeyi aniden bitiriyor olmamak için belki, bunların kenarlarında bir yerlerde, genellikle çiçeklik filan olur.
Peronların üzeri boylu boyunca kapalıdır. Her garda değişik modellerde olan bu uzun çatıları yukarıda tutmak için kocaman demir kolonlar vardır. Genellikle gri boyalı olan bu demir kolonların üzerinde iki üç santim çapında kocaman perçinler görürsünüz ki, onlar insanın içinde bir güven duygusuna neden olurlar.
Ve tepede asılı duran Demokles’in saati! Bu kocaman saat oraya, sanki trenlerin kalkışlarını değil de, ömürlerin sonunu uyarmak için konulmuş bir “vadesayar’dır. Yelkovanı çok açık sözlüdür. Öyle diğer saatlerin yaptığı gibi sinsi sinsi ilerlemez. Her bir dakika geçtiğinde göstere göstere, küt! diye bir sonraki çizgiye atlar. Bu atlayışı da bayağı bir ihtişamla yapar, hattâ durduğunda şöyle bir sallanıp sonra oturur yerine.
Sevgili babamın ölümünden sonraydı. Bir rüya görmüştüm. Babam ve ben simsiyah boyalı bir trende gidiyoruz. Vagonun dört bir tarafı açık, yalnızca üzeri kapalı. Babamın elinde bütün emeklilerin kullandığı, siyah vinilden, femuarlı ufakça bir evrak çantası var. Tren kocaman, hafif meyilli ve bomboş bir arazide durdu. Babam elindeki çantayı bana verip indi. Tekrar hareket ettik. Babam olduğu yerden hiç kımıldamadan, başında koyu gri fötr şapkası ve üzerinde her zamanki kumlu paltosu ile nokta olup kaybolana kadar bana el salladı. Belki de bu “vadesayar” fikri o zamandan kaldı bende. Zaten bildiğim kadarıyla, rüya yorumları arasında trenin buna benzer bir yeri vardır.
Neyse, tam o kocaman saati seyrederek vakit öldürürken, güçlü hoperlörlerden bir anons duyulur. Önce sizin içinizden bir heyecan dalgası geçip gider, “Benim tren mi?” diye. Oysa ki sizinkine daha çok vardır. Arkasından da yan peronda bir harekettir başlar. Koşuşturmalar, hareket memurunun kesik düdük sesleri, küçük seslenmeler. Son sözler... Bir gerçek tren düdüğü... Tıslamalar ve gacır gucur metal sesleri arasında, pencerelerinde el sallayanları ve yanında koşuşturanlarıyla bir tren hareket eder. Sanki martılarıyla birlikte hareket eden bir gemi gibi! Bu öyle tadında bir kalkıştır ki! Nazlı nazlı, biraz da çaktırmadan sıvışır gibi kayarak uzaklaşır gider trencik... Hafifçe yana yatarak süzülen son vagonun arkasındaki, yoğun kırmızı lambadan bir süre gözünüzü ayıramazsınız. O yüzden de bütün bunlar sadece akşam ya da geceyse bu denli güzeldir. Hele eskiden bir de garip çan sesleri olurdu anonstan önce (şimdi elektronikleri var). Onlar havasına hava katarlardı garların.
Sonra şu elektrikle çalışan yük arabaları geri dönmeye başlarlar. Bunların arkasında ya da önünde ayakta duran gri elbiseli görevliyi, köpeklerin çektiği bir kızağın sürücüsüne benzetirim. Biraz mağrur ve çok sakindir. Çocukluğumda bu arabaları seyretmeye bayılırdım. Hele Ankara Garı’ndakilerin seyrine doyum olmaz. Onların modelleri daha iyidir. Kızak sürücüsü önde durur ve iki yanındaki uzun kolları öne arkaya bükerek yönünü ayarlar. Kocaman sıcacık görünümlü uzun bir peron ve küçük denebilecek lastik tekerleklerinden hiç ses çıkarmadan ilerleyen bir küçük otomobil. Bir erkek çocuk daha ne isteyebilir ki!
Peronda yine volta atmaya başlarsınız. Ooo işte gar lokantası! Bana göre o bir kervansaraydır. Uzak yolcular yükleriyle gelip oturur, hancıdan yemek ve şarap isterler. Yorgun fakat iştahlıdırlar. Hancı, asık suratlı ve vurdumduymazdır. Ama damarına basılmadığı sürece kabalık etmez. Naziktir, ama nezaketi biraz sert malzemeden yapılmıştır. Gar lokantalarına her çeşit insan gelir. Günlük yaşamda hiç karşılaşmayan ve karşılaşma ihtimali olmayan insan tipleri, burada bazen on, on beş, en fazla da bir saat bir araya gelirler. Üstelik aralarında koyu sohbetler bile olur. Eskiden çok klas yerlerdi gar lokantaları. Hattâ yanlış hatırlamıyorsam birinci sınıf lokantalardı.
Eğer gar lokantasında uzun süre geçirirseniz, profesyonel dolandırıcıları ve valiz farelerini bile tanıyabilirsiniz. Çünkü garlar, kocaman yaşlı çınarlar gibidir. Kökünden yaprağına, başlı başına bir dünyadır ve üzerinde bitinden karıncasına, kargasından serçesine, kelebeğinden tırtılına her şey bulunur.
Peronda voltanıza devam ederken bir ara, gar lokantasının devamı olan yemekli vagonun önünden geçer ve onun tertemiz örtülü masalarına takılırsınız. Masaları bomboş, ama servisleri hazırdır. Birazdan orada oturup yemek yiyebileceğinizi bilmek, gerçekten hoş bir düşüncedir. Trenin restoranında omlet veya pirzola yemenin keyfi, bana sorarsanız başka hiçbir yerde olamaz! Ama eğer yalnızsanız, vakit gündüz, mevsim de baharlardan biri olmalı. Yok iki kişiyseniz bir kış gecesini tavsiye ederim. Gündüz vakti, ekili tarlaların, ikide bir alçalıp yükselen tepelerin, söğüt ağaçlarının dibinde akan derelerin, kâh yanından, kâh üzerinden tıngır mıngır geçip giderken, trenin restoranında omlet yiyip bira içmek, bence on tane sayfiyeye bedeldir. Eğer bir de hava kapalı ve biraz da yağışlıysa, pencere camının iç tarafındaki beyaz örtülü masanızda, vagonun sarı ışığının sıcaklığı ile birlikte yol alıp bir nefes sigara, bir yudum bira çekerek dışarıyı seyretmek yok mu hani, hayali bile güzeldir.
Ya da karlı bir kış. Yataklı vagonda, gecenin bir yarısı trenin durmasıyla birlikte sessizlikten (!) uyanırsınız. Pijamanızla yattığınız sevimli yataktan kalkıp önce storlu perdeyi açar, camdaki buharı siler ve nerede olduğunuzu anlamaya çalışırsınız. Aslında nerede olduğunuz hiç de önemli filan değildir ya! İçerinin fena halde sıcak olduğunu da fark edip camı azıcık aşağı çeker, aralıktan dışarıya bakarsınız. Trenin her yanından buharlar çıkmakta, birtakım tıslamalar ve fıslamaların arasında tek tük kapı sesleri duyulmaktadır. Ama ortama, muhteşem bir sessizlik hâkimdir. Pencerenin açık olan yerinden bir iki karlı çatı, bir iki ağaç ve mutlaka yük vagonları görünür. Gözlerinizle hepsine bir şeyler sorar fakat cevap alamazsınız. Siz de üstelemezsiniz fazla. Her şey yabancı gibidir. Hattâ bu duygunuzu beslemek için, yük vagonlarının üzerinde yabancı dillerde yazılar ve beyaz tebeşirle çizilmiş garip işaretler vardır. Koridordan bir iki ayak sesi gelir. Azıcık daha açılırsınız. İşte şimdi yanınızda mutlaka bir termos çay, kahve bir şeyler olmalıdır. Küçük pencere yanı masasına buharları çıkan çayınızı koyar, bir sigara yakar ve yaklaşık on beş, yirmi dakikalık bu muhteşem sessizliği içinize sindire sindire yaşarsınız. Sonra yine, gacır gucur, tak tuk, tıs fıs sesleri arasında yavaşça hareket eder tren.
Sabah aydınlıkla uyanır, küçük lavabonuzda yüzünüzü yıkar, sallana pullana, sağa sola çarpıp sendeleyerek giyinir, kahvaltı için restorana gidersiniz. Büyük bardakla sıcak çay, kızarmış ekmek ve de kahvaltılıklar geldi mi, ikinci keyif başlar. Ben yarı uykulu, çayımı içerken çocukluğumdaki kadar keyiflenirim. Hani çocukken başka bir şehirdeki akrabalara gidilmiştir. Sabahleyin yabancı bir odada uyanır, misafirler için pek zengin hazırlanmış sofrada büyüklerin gülüşme ve konuşmaları arasında mutlu olursunuz ya. Sabah saatinde, trenin restoranında kahvaltı ederken sanki o anları yaşarım.
Bazen tren bir akşamüzeri, yine kapalı bir havada, bir vadide kıvrılarak yol alırken, pencereden lokomotif ve öndeki vagonlar görünür. Kocaman boş bir doğa parçasının ortasında, trenin o güzelim yalnızlığını, pencerelerindeki tane tane ışıkları seyre dalarım. Ya da gider, en arka vagonun arka penceresinden yolu seyrederim. Tren adeta güzel uçlu bir kalem gibi bu dümdüz yolu çizer durur. Zaten trenin her şeyi kendine özeldir. Direkleri, rayları, tuvaletleri, tünelleri, vagon aralarındaki rüzgârlı ve pek gürültülü geçitleri, makasları... Bazen pencereden yeri seyredip göz daldırırken, altımızdaki raylar, sanki yoldan çıkmışız gibi yana doğru sapıverirler. Sevimli bir korku geçer insanın içinden. Makaslarla bu oyunu oynamaya bir kaptırdınız mı yolun yarısının nasıl geçtiğini anlamazsınız bile.
Kondüktörler vardır sonra, ellerinde garip penselerle gezerler. Yol boyunca sürekli bir işleri vardır. Koltuk aralarında tutuna tutuna bir gider bir gelirler. Her vagonda onlara soracak şeyi olan birileri mutlaka çıkar. Onlar da her seferinde sakin bir tavırla cevap verirler. Belki de gerçekte işleri yoktur da birileri bir şey sorsun diye dolaşırlar...
Trenin çok özel malzemeleri vardır. Kalkışlarda kırmızı şapkalı bir hareket şefi, istasyonun duvarındaki garip kutuya, elindeki garip anahtarı sokup çevirir. Bu hareketiyle birlikte tren kalkar. Oyuncak bir treni elindeki kumandayla hareket ettiren bir çocuk gibidir şef. Veya tren alakasız bir yerde, mesela bir ovanın ortasında durur, kondüktör aşağı iner; lokomotifin hemen yanında, ışıkların altındaki tuhaf demir kutuyu açar. Ve hiç beklenmedik bir şekilde bu kutunun içinden bir yerlere telefon ediverir. Yıllardır yanından geçip gittiğiniz o demir kutunun içinde bir telefonun olduğunu öğrenmek, sevimli bir aldatılmışlık duygusu yaratır insanda. Sonra tren belli bir noktadan geçince, bu kişi yıllardır keşfedemediğim bir şeyleri hareket ettirip ileride ya da gerideki lambaları yakar, söndürür. Şehir dışında bazen normal raylara diklemesine duran birkaç metrelik tren yolları görülür. Bunlar dekovil denilen, oyuncak kadar kırmızı vagonların sığınaklarıdır. Dekoviller yolu kontrol veya tamir etmek için giden görevlileri taşırlar. Eğer o sıralarda bir tren gelecekse, hemen oyuncak trenlerini bu yollara çekiverirler. Ama bunu nasıl yaptıklarını kimseler görmez. Sonra bazı istasyonlarda yuvarlak, havuza benzer yerler olur. Lokomotifler bunların üzerine gelince, havuz yüz seksen derece döner ve böylece lokomotif tam ters istikamete çevrilmiş olur.
Raylar yazın uzayıp, kışın kısalırlar. Bu esnemeyi tolere eden ve göze pek görünmeyen sistemler vardır. Dan! dan! dan! diye ses çıkartarak yukarıdan aşağı doğru kapanan geçit bariyerleri tren hakkında herkesin bildiği ender şeylerden biridir.
Trenciler, trenlerine ve yollarına yüzde yüz hâkimdirler. Olabilecek her şeyi bilirler ve sırları vardır. Sakin insanlardır. Onlar için demiryolu bir nehir gibidir. Mutlaka onun çevresinde bir yerlerde yaşarlar. Bu demirden nehir onların bereketidir…
Orhan Deliorman, 1995, Çiftehavuzlar, İstanbul.
“Hayatım fİlm şerİdİ gİbİ”
Bir sergiye gitme tembelliği vardır. Bilmiyorum yalnızca bende mi? Ben bendekini iyicene biliyorum. Bir de kızgınlık ekleniyor özürlerime arada bir. Şu, zaman zaman pek eşekleşebilen galerici tayfasına duyduğum kızgınlık.
Biz adam gibi gidemeyiz ki sergilere zaten. Sanatçı büyük olasılıkla ahbabımızdır. Bu nedenle açılışta gideriz. Biliriz ki en kralı bile, açılışı sönük geçerse kırılır azıcık da olsa. Bu yüzden açılışlarda sanatsever'den çok sanatyapar vardır. “N’aber, senden n’aber, iyi valla, idare ediyoruz.” muhabbeti, boynuz takırdamalarına dönüşür. Sergi de, işler de araya kaynar gider. Bir de açıklamalar vardır, in mi cin mi olduğu belli olmayan. “Kalabalıktan işlere pek bakamadım, sonra tekrar uğrayacağım”. “Ulan ne demek şimdi yani bu? Domuz gibi de görmüşsündür işleri. Deminden beri bilmem kimle köşeye çekilmiş resimleri göstere göstere çarşaf mı çekiştiriyordunuz yani? Sonra da gelip ütüleri yapacaksın her halde.” diyemezsin ayıp olur diye.
Sonra arada fiyat listelerine çaktırmadan bakılır, kırmızı “satıldı” puantiyeleri hafızaya alınır. Bunların kaç tanesinin “kızıştırma” puantiyesi olduğu hesaplanır falan. Aralara serpiştirilmiş olarak bulunan sade sanatseverler ise, sanatyapar'ların bu soyut kılıklara bürünmüş, kıskanç ve mendebur replikleriyle, sahte ahbaplıklarına kulak ve göz misafiri olup, bir yandan da kendilerinin ne yapması, ne söylemesi gerektiğini keşfetmeye çalışırlar. Sergiye gitme tembelliğimin altında bu tür mide bulantıları olsa gerek. Şimdi elimde istememe rağmen açılışına da sonrasına da gitmediğim bir serginin davetiyesi var.
Bu davetiye aynı zamanda bir broşür. Resim sergisi broşürü. Kapağında, ressamının bir resminin resmi. Yanında bir şiir, tepede serginin adı. “Alacakaranlık Sergi”. Kapaktaki resmin adı, “Kaptan-ı Derya”. Şiirin ilk satırı ise “Yaşamak boş, ölmek yakışır bize”... Şairin bu ilk dizeleriyle, ressamın sergisinin adı arasındaki bu dehşetengiz uyum biraz fazla uyum. Ama olsun, hiçbir sakıncası yok. Hele izleyici açısından hiç sakıncası yok. Yenilikçi ve cesaretli ve ilgi çekici bir yaklaşım. Biraz kreatif olabilir ama olsun, banal değil en azından. Zaten “Horasan” soyadı da biraz dehşetengiz. Algılama ünitelerimde at nallarından çıkan seslere ve toz dumana yol açıyor.
Ben de zaten sataşacak bir şey arıyor gibiyim. Öncelikle şiire her zaman şüpheyle yaklaştığımdan olsa gerek! Ressamı tanıyorum, şairi tanımam. Aralarında ne gibi bir bağlantı olduğunu da bilmem. Bunun da bir sakıncası yok.
Yıllar önce lise edebiyat kitabında rastladığım bir şiir vardı. Şiir dediğime de bakmayın, mutlaka koşuk, moşuk gibi bir cinsi de vardır ama, bunu şimdi ne hatırlamam mümkün ne de hatırımda tutmak gibi bir merakım var. Abdalların yaşadıkları dönemden. Muhtemelen de ünlü birinindi. “Yol üstünde biter otlar … Gelir geçer hacılar” diye iki satır geçiyordu içinde*. Bu iki satırı yıllarca hazmedemedim. Hoş zaten bir kafiye türüne örnek olarak verilmişti kitapta ama.
Sonra, liseli oğlanların önemli bir bölümünün şiir defterlerini de hazmedemedim. Muhtemelen onun bunun vücudunu hayal ederek tatmin olduktan sonra oturup yazarlardı bu bacak ağdası gibi bir yapıştı mı, bir şeyleri sökmeden çıkmayan şiirleri. Sonra yetişkin liselilerin şiirlerini tanıdım, yine yapış yapıştılar. Bu şiir yapışması beni çok sinirlendirir öteden beri. Hep aklıma Nietzsche’nin “Ah o gönül fakirliği insandaki, kendisinden bir parça et esirgenince, nasıl da bir parça merhamet dilenir.” sözü gelir. Şiir, gerçek ustaların dışındaki birçok kişinin elinde, bir dilenmeye dönüşür gerçekten de.
Bir de yürek kokan şiirler vardır. Şairleri bunları yazarken, zihinlerinde “mangal gibi yürekler” vardır. Ben ise onların bazılarını okurken, “mangalda pişen dana yüreği” kokusu alırım. Bir dostumdan dinlemiştim. Japonların geliştirdiği bir psikolojik teknik varmış. Ve bunu iş yaşamında kullanıyorlarmış. Özü, “yenmeden kazanmak” gibi bir şey. Bu teknikle, karşındakini o kadar zarif bir suretle yeniyorsun ki, adam yenildiğini anlamıyor. Böylece de sana düşman olmuyor olsa gerek. Daha doğrusu da şu ki, adam anlıyor yenildiğini de çevredekiler fark etmiyor belki. Bu yürek kokan şiirler de böyledir. Teslim olmadan teslim olurlar.
Homeros'la tanışınca bütün önceki fikirlerimi değiştirmiştim. O yapışkan şiirler bacak ağdası değil, araba camlarında, eşyalarda onarılması neredeyse imkânsız çirkin izler bırakan, silikon tutkallı çıkartmalarmış meğer. Nâzım’la tanışınca da yürek kokulu şiirlerin mangalda ızgara dana yüreği değil, “ateşe atılmış sahte cadı” koktuklarını fark ettim. İki satır da Nâzım’dan hatırlıyorum. Uzun bir süre içeride kaldıktan sonra, ya af ya da ceza bitiminin yaklaşıyor olması gibi bir nedenle karısına uzun bir şiir/mektup yazıyor Nâzım. Dışarı çıkma beklentisinin doğurduğu umut dolu hayalleri sıralıyor. Bu, gün gün yazılmış şiir-mektubun sonlarına doğru umutlar tükeniyor, bir kötü haber geliyor ki, çıkamayacak. “Karı! Kış geldi. Gönder benim yün çorapları!” diye bitiriyor. Bir hilesiz ve onurlu teslim oluş var bu sözlerde.
Bazen herkes teslim olur. Ya da herkes bazen teslim olmak zorunda kalabilir. Kimi yavaşça, kimi itirazlar arasında, kimi kadere razı, kimi özür dileyerek, kimi de debelenerek teslim olur. Bu teslim oluşun daha sayılamayacak kadar çok türü vardır. Ben debelenerek teslim olanlarla, “sanki teslim alır gibi davranarak teslim olanlara” karşıyım biraz. Biraz hile kokusu alıyorum çünkü. Belki hepsinde azıcık da olsa hile vardır ama, bu iki türünde sırıtıyor sanki.
“Ölmek yakışır bize”yi de azıcık öyle gördüm. Üç kâğıt değil ama, birbirine yapışmış iki kâğıt var gibi. Alttaki kâğıt açılırsa, ya maça korkusu çıkacak, ya da acemi cesareti. Belki de “ben zaten inecektim” kurnazlığı.
Yakınlarının gömüldüğü çukurlara, elden ele verilen inşaat kürekleriyle toprak atan, ameliyathane kapılarında yürekleri korkudan kibrit kutusu kadar kalan, doğumhane kapılarında daha doğmamış çocukları için ölüm korkusu çeken insanları tanıyacak kadar yaşandığında, biliyorum ki “Yaşamak boş, ölmek yakışır bize” şövalyeliğindeki erkekliğe “bok sürülür” azıcık.
Ama çaresi yok, yine de oraya kadar gelmemiş olan potansiyel kahramanların zihinlerinde yeni kapılar açacaktır bu satırlar. Hattâ bazı kahramanlar bu kapılardan sıvışacaklardır bile. Çünkü bakmayın, kahramanlık zor meslektir aslında. Ayrıca bütün bunların hiçbir çaresi de, sakıncası da yok. Sadece kahramanlara bir hatırlatma idi...
“Acil durum”, “tuvalet”, “alacakaranlık”, gibi isimler taşıyan resimlere bakıyorum. Bu isimler hani milletin de hatırı kırılmasın diye ya da buna benzer bir nedenle konulmuş olabilir. Genelde böyle olur yani. Yalnızca tahmin. Adam isim koysa da koymasa da derdini nasılsa anlatamayacaktır. Zaten pek niyeti de yoktur. Benim için önemli olan, ustaca bir teknikle boyanmış, sağlam desenli ve kararlı görünen resimlerin arasından nasıl bir “ressam başı”nın göründüğüdür. Ressam genellikle resimlerin arasından bir baş gösterir çünkü. İstese de istemese de. Alacakaranlık arasından, bana iyi bir adam başı görünüyor. Daha önceki resimlerini de biliyorum. Hattâ bir ara sıkışacak mı acaba diye endişelendiğim bile olmuştu. Bunları da görünce, “Tamam bu araba yürür” dedim. Her neslin arabası kendi gerçekleriyle yürüyor tabii ki. Ve bu da en doğru olanı.
İyi resim nedir? Yani birisi, hiç yaşamadan, dolmadan ya da kötü bir ruhla iyi şeyler yapar ve bunlar kalıcı olur mu? Öyle düşünmüyorum açıkçası. Bana sorarsanız iyi adamın kötü şeyler yapmakla başlaması şıkkını tercih ederim. Çünkü iyi adam, zaman içinde deneyimleriyle beslenerek “has adam” olur. İyi şeylerle başlarsa da “körün istediği bir göz, Allah vermiş iki göz!” Has adam, maliyetine yolcu taşıyan vapurlar gibi ışıldağını sağa sola gezdire gezdire, aydınlatarak yol alır. İçinde çay ocağı, koltukları, makine dairesi, salonu, balkonu olur, Arkasında da köpüklerden iz bırakır. Bu iz öyle beyaz olur ki, karanlıkta bile görünür. Bazen karaya oturduğu da olur. Sonra saygılı ve görgülü olur. İIk zamanlarında ürkek de olur. Kıskanç, cimri, fütursuz, arsız, yüzsüz, sinsi veya kör olmaz. “Ona olsa olsa kendisindeki fazlaları öldürmek yaraşır.” Herkesle birlikte misafir olduğu evde kahramanlığa kalkışmaz. Yaşadığı sürece, çiğ düşen yaprağı gözden kaçırmaz ve fazlaları ve hırsları atıvermeyi unutmaz. Ölürken nasılsa unutuverecektir.
Ben şu “hayatım film şeridi gibi gözümün önünden geçti” motifinin gerçek olduğuna artık iyice emin oldum. Eskiden bunu bir Türk filmi romantizmi olarak görür, son anda yaşama geri dönen kişilerin bu sözü, daha havalı olur ümidiyle “Ölümden döndüm” anlamına kullandıklarını sanırdım. Oysa zamanla, o yılışık romantizmi hiç tanımadığından emin olduğum kişilerden de duydukça, her seferinde şaşırdım. Sonunda anladım ki bu var. Bu, ölüm anında tahliye olayı. Bir topraklama, bir desarj. Bilimsel bakınca metabolizmanın mecburen sıfırlanması. Bir “sil” komutunun uygulanışı. Yok duygusal bir yaklaşımla bakılacaksa, yönetenin, sonraki hatırlamalar riskini göze almamak ve işi şansa bırakmamak için tüm bilgiyi, tükenişin tamamlandığı anı beklemeden geri alması. Her neyse ne, bence “çiğ düşen yaprağı” unutursun nasılsa. Yaşarken görmek nispeten daha mantıklı gibi.
Şu gözler var ya. Her şey vardır onlarda. Hatırlananlar, hatırlanmayanlar, yalanların doğruları falan... Ama, öyle gözler gördüm ki, ölümüne çok az kala, hiçbir şey kalmamıştı ne yüzeylerinde ne derinlerinde. Unutuluyor yani. “Koca bir hayatın film şeridi gibi, hem de belki saliseler içinde gözlerinin önünden akıvermesi” ile “hayatım roman” motiflerini benim eskiden yaptığım gibi aynı ikonlar olarak bilenleri de uyarmış olalım arada.
Resimlerin aralarından bir yerden “iyi” bir “ressam başı”nın görünüyor olması çok önemlidir. Üstelik ahşap bir evin çatı oluğunda rüzgârlarla birikmiş toprakların arasında, tazecik otların bitivermesi ya da tarih olmuş bir dikilitaşın tepesinde bir yerlerde küçük bir ağaççığın boylanıvermesi gibi, hem zarif, hem de çok az rastlanan bir şeydir.
Orhan Deliorman, 1998, Çiftehavuzlar, İstanbul.
*Kahramanmaraş Taşoluk Kasabasına ait anonim bir ağıt. Kaynak: http://libratez.cu.edu.tr/tezler/8471.pdf
Altın Kanatlı Sanat Kuşları’na dekorlar hazırlamayalı ne kadar zaman oldu?
Akademi’ye (yeni adıyla Mimar Sinan) giriş için kurs veren dershane ve atölyelerde sınava hazırlanan ya da bu işe kalkışmış, dost ahbap birilerinin yakınları olan genç insanlarla karşılaşıyorum. Sanat öğrenimi almaya kesin karar vermiş, yalnızca karar vermiş, bunu yalnızca isteyen, bazı nedenlerle ve belki özenmeler sonucu buna yönelmiş veya açıkta kalma endişesiyle bunu yedeklemiş gençler. Bazılarının şu ya da bu okul olarak bir seçimleri yok. Sanat öğrenimi olsun da, neresi olursa olsun diyorlar. Bazıları ise hedef belirlemiş kendisine. Nedenleri ve hedefleri ne olursa olsun, hepsinin yaklaşık olarak ortak özellikleri var. Birincisi, doğal olarak sanatın, sanatçılığın ve sanat üretimlerinin bilincinde değiller. Buna, ortamın içinde yetişmiş olanları da dahil. Çünkü onlar henüz gerçek yaşama adım atmamışlar. Yaşam gerçeklerinden aldıkları pay, en çok yalnızca birkaç yıl. En vurdum duymaz geçinenleri bile bir kelebek kanadı kadar hassas, bir müren balığı kadar da çekingen ve kepenkleri kapalı.
Diğer üniversitelere hazırlanan gençlerin, hazırlık kurslarında, lise alışkanlıklarını sürdürmelerine çokça şahit oluyorum. Ama konu sanat öğrenimine hazırlık olunca, iş değişiyor. Burada yeteneğin ön plana çıktığını düşünüyorlar çünkü. Yetenek, onların toplum önünde önem kazanabilme çabaları için bir “mucize ilâç”. Hazırlık süresi içinde ya da sınavda başarısız olmak ise “iflâs” demek. Bu hazırlığa başlamanın kararını vermek bile, onlar için “ateşle oynamak” anlamına geliyor adeta. Hele ki o ana kadar bir şeyler becermiş olanları için. Eni konu bir alt yapısı olanlar bile bu günlerde çok tedirginler.
Onlarla konuşuyorum, onları dinliyorum ve anlıyorum ki, bu okulun kapısı çok önemli şu aralar. Yalnızca “girmek ya da girememek, işte asıl mesele bu”. Sonrası yok henüz. Daha sonrası hiç yok. Sanat, sanatçı, eser ve sanatçının yaşamı ya da değeri konusundaki bütün hamasi edebiyatı tabii ki bol bol dinlemişler. Tabii ki bir sürü sanatçıyı tiyatrolarda, sahnelerde, hattâ belki gazete haberleri ve TV ekranlarında izlemişler. Belki tanıdıkları bile var bazılarının. Lise yıllarında ucuz ve uyuz “sanat tarihi” edebiyatını da çekmişler bir kahır gibi. Ama bugün hepsi silinmiş belleklerinden (İyi de olmuş hani). Varsa yoksa girmek, girememek.
Bu zangır zungur açılıp kapanan alüminyum kapı, onların Karun kadar zengin hayal pencerelerinden bakılınca bir başka görünüyor olsa gerek. Yalçın dağların ve sarp kayalıkların tepesinde, yüksek mi yüksek duvarlı bir şato. İçinde aç timsahların yüzdüğü çepeçevre su kanalının üzerinde, zincirlerle ve devasa ahşap dişlilerle açılıp kapanan bir köprü ve bunun da bitiminde arslanların koruduğu, pabuç kadar demir perçinlerle sağlamlaştırılmış, iki kocaman kanatlı, üst tarafı kemerli bir kapı. Burası anlı şanlı ve mitolojik “Sanat Perisi”nin Şatosu. Bu genç hayalcilerden, şanslı olduklarını zanneden bir kısmı, yüzü gözü çizik içinde tırmanıyorlar keskin kayalıklardan. Tılsımlı çizimleri yapıp, zincirli tahta köprüyü indirmeyi başarıyorlar. Arslanlar için yanlarında getirdikleri ekmekleri onlara verip, nöbetçileri de büyülü sözcüklerle uyuttuktan sonra giriyorlar kapıdan.
Onların hayali şu: Girdiler miydi bu kapıdan bir kere, artık “sanat perisi” nin kanatları altında olacaklar. Onun sofrasından yiyip içecekler. Kendilerine kaba kumaştan yapılmış gri-krem renkli giysiler, samandan yapılmış soğuk ve sert şilteler, soğuk beyaz renkli, kefen bezi kadar suratsız, tuğla büyüklüğündeki esmer sabunların yağlı gibi kokusunda
tertemiz çarşaflar, kaskatı yastıklar ve odun ateşleriyle ısınan perili odalar verilecek. Yıllarca bu büyülü şatonun, ağzına kadar hazinelerle dolu gizli mahzenlerini keşfedecekler. Bir gün vakitleri dolup da, “anlı şanlı sanat perisi”, tılsımlı ve ucu beşgen yıldızlı asasını başlarına dokundurup onları kutsayana kadar güven içinde olacaklar. O günün kararışında da, şatonun altın kaplamalı sütunları arasından, ayrılığın hüznünden, özgürlüğün sevincine doğru devinen duygularla, gökyüzünün alacakaranlığında pırıl pırıl pırıldayan altın kanatlarını ağır ağır çırparak uçup gidecek ve o günden sonra da artık her şeyi tepeden görecekler.
Onların adına tasarladığım bu fanteziye kendimi kaptırıp giriyorum okulun kapısından. Hemen çıkıyorum şatonun üst katlarına. O da ne? Benim zamanımda görmediğim mahzenler var şimdi buralarda. İçeridekiler benim fantezimi nereden öğrenmişlerse öğrenmişler, eski güzelim ışık kuyularının içine gizli mahzenler yaptırmışlar. Hazine
kılığında da içinde oturuyor olsalar gerek! Gülmeli mi ağlamalı mı bilemiyorum. “Demek ki” diyorum, “bizim şatoya artık bir peri lojmanı da eklenmiş. Yaver periler, yardımcı periler, muhafız periler falan, bir deprem sonrası evsiz barksız kalıp buraya yerleşmiş olmalılar. Çünkü pek yerleşik görünüyorlar. Sonsuza dek burada kalacakmış gibiler”. Gördüklerimin içinde, bu bölümün efsanevi bir anlatımı var. Düşünsenize, sonsuza dek burada kalacakları, yerleşme şekillerinden belli olan öğretici periler... Bizim zamanımızdakilerin evleri barkları olurdu hiç olmazsa!
Akademi’de ilk yıllarımızdan, bir “Bedri Rahmi’yi Anma Günü” hatırlıyorum. Şu giriş salonuyla bütün üst katlara, rüzgâra tutulmuş ipek şallar gibi bir anda yayılıvermişti. Gözlerimiz yaşarmış, tüylerimiz diken diken olmuştu. Sanki Reis’in bütün resimleri, üzerlerine tılsımlı su dökülmüş gibi canlanıvermişti. 202 no.’lu amfinin önündeki balkondan, çeyrek daire çizen ana merdivenlerden, Başkan odasının önündeki köprüden, ateş görmüş de pıtır pıtır, ani ani açılıveren kuru mısır taneleri gibiydiler. Reis’in resimlerinin huzurunda gerçek bir şölen yaşatmışlardı herkese, okulun yöneticileri ve öğreticileri. Çünkü bu pek öyle bir kişinin işine benzemiyordu doğrusu. En uçuk hayallerin bile usta ellerde, saygıyla ürperten uygulamalara dönüşebileceğini öğrenmiştik o akşam. Bunun üzerine de, şu bizim pek ciddi perilerin bile, hayal kurabildiklerini sezerek, onlara en az dokuz vermiştik on üzerinden.
Sonra bir “Şadi Çalık’ı Anma Günü” hatırlıyorum. Giriş holüne kurulan ve on metreden daha kısa olmayan ıstavroz biçimindeki tezgâhın üzerinde, Koray Ariş’in yaptığı yüzlerce Şadi Çalık başının bir sigara içişleri vardı ki, o kadar sigarayı Şadi Hoca bile bu kadar güzel içemezdi. Sonra konsoloslukların düzenlediği öyle sergiler hatırlıyorum ki, o zamanlar değerini pek bilmesek de hep hayran kalırdık. Öyle anlarda buralı olmaktan gurur duyardık, henüz oralı olmasak da.
Asistan perilerden Güleryüzlü biri, enteresanlık olsun diye mi, can sıkıntısından mı, yoksa bir şeyleri aşmak için mi bilemiyorum, atölyenin içinde sazlı sözlü tasarladığımız “panayırtipi pavyon” canlandırmasına, eski tiyatrocu olduğu için rolünü bizden daha hevesle oynayarak katkıda bulunmuştu. Başka bir gün, deniz tarafında tertiplenen futbol turnuvasını hatırlıyorum (Takımlara konulan gayrı ciddi isimlere karşın, bazıları çok ciddiye almışlardı. Bir sanat mektebinde tahsil görüyor olup da, futbolu sanattan daha ciddiye alan tayfanın mantık yapısı halâ dert olur içime. Halâ öyle olmaları da.) Biz de tam tersine, yine bir matraklıklara kalkışmıştık. Soyadında Güleryüz olan adam, gitti evine, hiç üşenmeden. Smokin mi frak mı hatırlayamadığım kıyafetini getirdi. Giydi. Siyah silindir şapkasını da taktı. Eline de, içine ayna döşenmiş tenis raketini aldı. Atölyedeki antika taht benzeri koltuğu da indirdik sahile. Altına iki kalas yerleştirip bir taht-ı revan yaptık yine onun fikriyle. Oturdu tahtına, kaldırdık yukarı, elimizde sazlar ve darbukalarla, çala oynaya Pentürspor turu attık sahada. Sonra da bizim kalenin arkasına oturup rakip takım oyuncularının yüzlerine aynayla güneş yansıttı yarım saat, kalemizi göremesinler diye. O zaman aklımıza gelmiyordu, Başkan’ın penceresinin de baktığı bu alanda, asistan Mehmet Güleryüz’ün kariyerini tehlikeye attığı. Bu kanatları daha çıkmamış acemi “sanat kuşları” kapıdan bir kere girdiler miydi, artık pek hoyrat olurlar hep zaten.
Sonradan Güleryüz’le kavgalar da ettik, hattâ küstük bile, ama o katkıları hiç yabana atmadık. Gördüğünüz gibi hiç de unutmadık. Yazın ortasında iş göstermek için okula davet ettiğimiz, sosyal titizliği ile ünlü Neşet Hoca’nın bizi kırmayıp atölyeye gelişini de unutmadık. Bölüm sekreteri Sevim ablanın, ek derslerle ilgili son haklarımızı bizden daha iyi takip ederek bizi uyarmasını da unutmadık. Dünya tatlısı modellerimizi de, kör talihli kantinci Fikret’imizi de, çakır gözlü, çakır karakterli kat görevlimizi de unutmadık. Kimse merak etmesin, bu sanat kuşlarının hafızaları pek kuvvetlidir. Ne iyiyi ne de kötüyü unuturlar. Şatonun armasındaki kocaman gözler bunun delili gibidir zaten.
Tekrar zamane kuşlarına dönmek istiyorum. Öyle zannediyorum ki, gereken şu. Bu acemi kuşlara, çok eskiden olduğu gibi, dekorlar hazırlamalı. Onları taa işin başından büyülemeli. Onlara muhtemel fantezilerinin dekorlarını kurup, hoyratlaşmalarından bir adım önce, bir oyun sergilemeli. Onlar bu sanat işinin, periler tarafından bile olağanüstü ölçüde ciddiye alındığına inanmalılar. Bir tiyatro sahnesi kurmalı onlara, hattâ opera sahnesi kurmalı.
Her şey, ciddi olduğunu düşündüğümüz sürece ciddidir. En muhteşem bir temsilde bile, oyunun tam ortasında dekorlar devriliverse ya da oyunculardan ikisi, uzun sürmüş negatif birikimlerinin taşmasına hâkim olamayıp kapışıverseler, ortada oyun moyun, hava mava kalmaz bir anda. (Bu yazıyı yazdıktan on beş gün kadar sonra gazetede bir
haber:
“Sahnede görünmez kaza”. İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Üsküdar Müsahipzade Celal Sahnesi’nde sergiledikleri “Misyon: Bir Devrimi Anmak” adlı oyun, dün gece tam anlamıyla görünmez bir kazaya “sahne” oldu. Oyunun sergilendiği saat 20:30 sıralarında sahnedeki panonun aniden devrilmesi sonucu, ünlü tiyatro sanatçılarından Ayla Algan hafif yaralandı. Algan, oyun yarıda bırakılarak, hastaneye kaldırıldı. “Hürriyet Gazetesi, 4. Şubat. 1999 Perşembe”.
Bu bölümü sonradan ekliyorum.) Gördüğünüz gibi oyun moyun kalmıyor ortada.
Yani bu kuşlara bir oyun oynanmalı, ama arada bir dekorlar devrilip oyuncular da birbiriyle kapışmamalıdır. Seyirci ilk bölümde bir kez etkilendi mi, artık ne kucağındaki paltosunun buruşup buruşmadığı ile, ne de ön sıradaki pek yüksek topuzlu saçların sahneyi engellediği ile ilgilenir. Ama oyunculardan birinin, dekor kapıyı her çarparak çıkışında, kapı gerisin geriye açılıyor, belki de trajik mizansenlerle kapıdan çıkıp giden oyuncunun, haylaz ve suçlu bir fareye benzeyen, güya “çabuk eli”, arkadaki beşe onluk inşaat kerestelerinin uç gösterip, havayı dağıtmaması adına, mecburen tekrar görünmek zorunda kalıyorsa, bunu kimse yemez! Veya dekorların hepsi birden, kapının her kapanışında silkeleniyorsa da olmaz. Efektler geç kalıyorsa hiç olmaz. Karanlıkta dekorları değiştiren adamlar fütursuzca, tangır tungur, garç gurç, patır patır sesler çıkartıyorlarsa da olmaz. Hattâ, her şey iyi gidip de selam sahnesine gelindiğinde bile, koskoca atlas perde, selamını vererek geri çekilmekte olan oyunculardan birinin kafasına takılıp peruğunu düşürdüyse, yine olmaz!
Peki Altın Kaplama Kanatlı Sanat Kuşlarına bu dekorları, bu oyunu kim hazırlayacak? Onu da mı söyleyelim? O hazırlayacak olanlar, kuş beslemekten yıllardır sanatlarını doğru dürüst icra edemedikleri için yakınmıyorlar mıydı zaten? İşte size kapalı gişesiyle hazır salon! Ama seyircinin arasına inip, onu kendi oyununa katmak yok! Bu, şatonun gizli raflarında, tozlar içinde saklı duran “Sanat Cadıları” kitabının ilk sayfalarında yasaklanmıştır. Karşı gelen, bedelini öder!
Bu kapıdan, uçarcasına yürüyüp gidenlerin hepsi sanatçı olmak zorunda değil. Hepsi yaratıcı olmak zorunda da değil. Ama en az yüzde doksanı, en azından usta icracılar olmak zorunda. Bu disiplini hiç kimse, yönetmeliklerle, devam zorunluluğu ile, nasihatle falan sağlayamaz. Öyle bir oyun sahnelersin ki şatoda, seyirciler öksürmeye bile korkarlar. Bu gerçeği kim bilmez? Yoksa orada tiyatroya gitmeyenler de mi var? Sorumluluk biraz da zorunluluk demektir. Yok orada bulunmak, bazıları için bir zorunluluksa, ki bu da insanca bir haldir, ama zorunluluk da zaten başlı başına ve kendiliğinden bir sorumluluk değil midir?
Orhan Deliorman, Ocak 1999, Çiftehavuzlar, İstanbul
Neşet Günal Atölyesİ
İkİncİ kez buluştu.
Akademi lokantası kötü bir mekân sayılmaz. Yine de sanatçı gözüyle biraz fazla aydınlık denilebilir. Bir önceki atölye yemeği sırasında bu kadar aydınlık değildi en azından. 1998'deki toplantımıza sevgili Neşet Hoca eşi Olcay Hanım’la birlikte katılmış ve oldukça sıcak bir akşam geçirmiştik. Bu son toplantı biraz daha akademik havadaydı. Belki gelenlerin yaş ortalaması ister istemez yükseldiğinden, belki de akademik kadronun çoğunlukta olmasındandır.
27 Kasım akşamı şeref konuğumuz Neşet Günal adına sevgili Neş’e Erdok oldu. Belki de Neşet Hoca’yı kaybedişimizin ardından ilk toplantının fazla neşeli olmaması doğaldı. Yaklaşık kırk kişi kadar vardık. “U” masanın iki tarafı anot ye katot gibi, sigara içenleri ye içmeyenleri ayırdı önce. Sigara içmeyenler çoğunluktaydı. Bu sanatçı tayfasına ne olduysa kendilerine pek bakmaya başlamışlar görmeyeli. Öğretim kadrosuyla, serbest piyasacılar arasındaki farklılık hemen göze çarpıyordu. Akademik kadro, her şart altında dikkatli ve seçerek konuşmaya özen gösteriyorlar. Konu dağılsa bile cümleleri ellerinde olmadan lego dizer gibi yerlerine oturta oturta anlatıyorlar. Çünkü onlar, sürekli olarak öğrencilere hitap etmek zorundalar. Çünkü öğrenciler, her şeyi çabucak ve mutlaka yanlış anlamakta uzmandırlar.
Bu bir şeye alışmış olmak zor zenaattır. Ya, istesen de istemesen de, rakı içerken bile lego dizersin; ya da tam tersi olarak —yani serbest piyasacıların yaptığı gibi— çok önemli durumlarda bile köşeli legolarla eğriler çizersin. Bazen düşünüyorum da, eğitim serbestlerin, serbest piyasa da akademiklerin eline verilse ne kadar hoş durumlar çıkardı ortaya. Sevgili Neşet Hoca’nın anısına önce sevgili Kemal İskender bir konuşma yaptı. Böyle toplantılarda akademik kadronun en serbest piyasacısı o'dur. Yine de eskisi kadar keyifli değildi. Ardından sevgili Nedret Sekban konuştu. Resul Aytemür’le Neşet Hoca’nın arasında geçen diyalogları canlandırışı çok hoştu doğrusu. Resul bu toplantıların fikir babasıdır. O’nun bir “çoban ressam” olduğu konusunda genelde fikir birliği vardır aramızda. Yeni hüneri de “çoban organizatörlük” olmalı. Toplantı çağrılarını yaparken eşlerinizle de gelebilirsiniz demeyi unutmuş örneğin. Ayşe Tanay Ülgen ve Çiğdem Yüceulu, Resül’ü iyi tanıdıklarından eşleriyle gelmeyi başarmışlardı. Bir de Kemal İskender’in yanında eşi vardı.
Nedret'ten sonra sevgili Vural Yıldırım’ın konuşmasıyla andık Neşet Hoca’yı. Ardından da sevgili Sezai Özdemir’in serbest piyasa adına Neşet Günal anılarını dinledik. Neşet Hoca’nın titizlikleri, çok ölçülü konuşmaları, kılı kırk yaran hesaplamaları ve mükemmel hocalığı söz konusu edildi özet olarak. Gecenin en uzun konuşmasını çok sevgili Neş’e Erdok yaptı. Tabii ki içinden… Atölye dönemimizin ilk zamanlarındaki Neş’e Erdok’u dün gibi hatırlarım. Hep nazik, her zaman çekingen bir kibarlıkla kaplı, gencecik bir kızdı. Gözümüzün önünde çok zorlu “kadın sanatçılık” sınavlarından geçerken hiç eksilmedi bu nezaketi. Saçları kısaldı, yüzündeki genç kız, genç ve olgun bir hanımla yer değiştirdi. Ama sırçadan yapılmış nezaketi, sanki mumyalanmış gibi hâlâ aynen duruyordu o gece.
Sevgili Artin Demirci, sevgili Hüsnü Koldaş, sevgili Ahmet Umur Deniz de kadrodaydılar. Daha birçok isim vardı. Fakat hepsini tanıdığım bu yüzleri, yine çok iyi bildiğim isimleriyle yanlış birleştiririm endişesiyle yazmaya çekindim. Tamamen benim hafıza kusurum. Bu arada Hollanda’dan sevgili Arhan Güner Mengi telefonla herkese selam gönderdi. Bir sürü ismi de toplantıda göremedik. Çok sevgili Ruhi Görüney’imizi, müthiş Haşim Tuğ’umuzu, sevgili hocamız Asım İşler’imizi kaybetmiş olmak üzda beni. Keşke o gece onlar da orada olabilselerdi. Bir kısmımız yaşlanıp gidiyoruz işte. Ve bir önceki toplantımızın perde arkasındaki gerçek organizatorü olan sevgili Neslihan Aytemür’ü içimiz buruşarak andık. Böyle günler, yitirilmiş bir geçmişle karanlık bir geleceğin ortasında yaşama sevinci bulabilmenin fırsatlarıdır.
Sevgili Resul’ü biraz daha organize edebilirsek sanıyorum ki seneye daha coşkulu bir toplantı yapmayı başaracağız. Hattâ gelecek toplantının bir de atölye sergisi eşliğinde yapılacağı rivayeti var. Yine de çok güzeldi, oradaki herkesi görmek. Neşet Günal Atölyesi, öncelikle eğitimi, sonra sanata karşı ciddi duruşu ve diğer her şeyi ile gerçek bir sanat ortamı oldu her zaman. Böyle bir toplantının kadrosunda sevgili Mehmet Güleryüz’ü de aradı gözlerim. Fakat sergisinin açılışı varmış. Ben de kızım Sanat’la gelmiştim toplantıya ve o da benim ricamı kırmayıp iki şarkısıyla Neşet Günal Atölyesi gecesinin kadrosuna dahil oldu. Reasürans’taki son retrospektif sergisinde Neşet Hoca’mla tanıştırma fırsatım olmuştu kızımı.
Son olarak bir özlemimi söylemeden geçemeyeceğim. Yıllar önce sevgili Şadi ÇaIık ve sevgili Bedri Rahmi hocalarımız için Akademi’nin ana giriş salonlarında yapılmış olan iki ayrı ve iki muhteşem anma toplantısını hatırlıyorum hep. Birinde yüzlerce Şadi Çalık büstünün ağızlarında yüzlerce sigara tütüyordu. Diğerinde salona bakan balkonlardan, aşağı inen merdivenlerden şarkıcılar, türkücüler, horoncular fışkırıyordu ardı ardına. Biz o zaman öğrenciydik henüz. Çok etkilenmiş ve içimiz saygıyla dolmuştu. Çünkü bu etkinlikleri hocalar organize etmişlerdi ve “Demek ki,” demiştik, “Bu hoca denen adamlar da, çılgınca şeyler yapınca mükemmelini yapıyorlar." Hep kıskanmışımdır o anma gecelerini. Bizim Neşet Günal’ımız da böyle anılmalı bence.
Seneye 27 Kasım’da görüşmek dileğiyle, Neşet Günal’ın anısına sonsuz saygıyla ve sevgili Neş’e Erdok’a gerçek sevgilerimizle...
Orhan Deliorman, Kasım 2003
DÜZENİ BOZMAK
Mevsim sonbaharın sonuna, vakit gecenin bir yarısına doğru. Saat belli değil. Karanlıkta kendisini zorlayan bir gözün görebildikleri arasında, bir koca çınar ağacı, kocaman değilse bile büyükçe bir taş, yüksekçe bir çalılık ve ileride karanlığın kendi siyahından ürettiği aydınlığında, silüet veren ağaçlar var.
Ay yok, yıldız yok, ışık yok.
Çınarın kocaman dalları yanlara ve yukarıya doğru uzanıp, ellerini karanlığa sokmuşlar.
Dallarında kalmış birkaç yaprak, kaynağı belli olmayan boğuk bir ışıktan, arada bir sönük pırıltılar yansıtan su damlaları sayesinde fark ediliyorlar. Çınar neresinden bakılsa, yüz yıllık. Gövdesindeki güzelim desenler, etraftaki kapkaranlığa rağmen azıcık da olsa görülüyor. Yaşlı gövdesinin bazı bölümleri sırılsıklam, bazı bölümleri ise kupkuru. Yalnızca, toprağa ayaklarını soktuğu yerler tamamen ıslak.
Zemin de ıslak ve yumuşak. Hatta biraz da yapışkan gibi. Yerde, ölmüş sonra da çürümüş çıtır yapraklar, bu mevsimde artık koyu kahverengi oldukları kesin olan çam iğneleri, ot kalıntıları ve sopa ya da çomağa dönüşmüş birtakım dallar var. Aralarda çamura dönüşmüş topraklar var.
Taş, ıslak, kaygan ve keskin görünüyor. Yerine sağlam oturmuş, belki yarısı ya da üçte biri toprağa gömülü. Yakınlarında birkaç irili ufaklı kardeşleri var. Üzerindeki yer yer parlayan ıslaklığa, yapraklar, otlar falan yapışmış olmalı ki oraları parlamıyor. Çalılık, belki bir böğürtlen çalısı ama, karanlıkta çok zor seçiliyor. Oldukça büyük bir karaltı halinde ve ne yaptığı hiç belli olmuyor.
Epeyce uzakta otuz, kırk kadar ağaç var. Issız gece karanlığının nasıl olup da ürettiği
anlaşılmayan o hayaletimsi aydınlığın içinde, silüetlerini azar azar da olsa kımıldatıyorlar.
Ortamda monoton bir tısırtı sesi duyuluyor. Bu, sanki dünyanın yaratılışıyla birlikte başlamış ve sonuna kadar da devam edecekmiş gibi kararlı, sevimsiz ve nadan bir yağmurun sesi. İp gibi yağıyor. Hava serince. Çınar, sanki etrafı dinliyormuş gibi hiç kımıldamıyor. Ve belki de bana öyle gelmiş olabilir ama, sanki yağmuru yok sayıyor. Belki de artık sinir olmuş ona. Belki yağmur da ona.
Yağmur arada bir, çınara dersini vermek ya da biraz daha sinir etmek için azıcık hızlanır gibi oluyor, ama sonra suyunu bitirivermekten korkmuş gibi yine eski tekdüzeliğine dönüyor. Ağaç ise, onun suyundan değil de, kendi içinden çıkarttığı sularla ıslanıyormuş gibi yapmak için olsa gerek, bazı yerlerini kuru bırakmış. Hayalimde 1940 ya da 50 model otomobillerin suratları gibi nemrut, soğuk ve embesil bir portre çizen yağmur ise, çınarın o su almamakta direnen yüzeylerini ıslatıp havasını bozmak için, uygun bir rüzgâr kolluyor olmalı. Çınar, yemek sonrası karnı doymuş, dalgın ve umursamaz bir havada, kürdanla dişini karıştıran biri gibi arada bir küçük dallar atıyor yere. Bu ikisi her ne yapıyor olurlarsa olsunlar, itiştiklerinden eminim. Hem yağmur, hem çınarın sessizliği, hem de kapkara gece hiç bitmeyecek gibiler. Beni ise adam yerine bile koydukları yok. Oysa istesem onlara kendimi bal gibi de fark ettirebilirim. Beklemedikleri bir anda çakmağımı çakıp, karanlığın gözünü kamaştırabilir, elimi yağmurun altında sağa sola savurup onun pek sinir bozucu damlalarını ürkütebilir, ya da elimdeki çomakla yağmur sularının, ilerideki taşın hemen kenarında oluşturdukları akaç yatağını bozup onları telaşlandırabilirim. Veya birkaç nara ile yağmurun tısırtısını bozguna uğratıp ağaç adına puan alabilirim. Hele ağacın kuru yerlerine bir iki avuç
su atsam...
Ama ortamdaki dinginlik beni o denli etkilemiş ki, yapamıyorum. İçimden gelmiyor.
Hipnotize olmuş gibi sadece seyrediyorum. Koca çınarın dibinde, yağmur iplerinin güya daha az geldiği bir yerde duruyorum ama, yine de saçlarımın arasından süzülen suların bazıları, ara ara küçük taneciklere bölünüp alnıma, oradan da burnuma ve sakallanma damlıyorlar. Uzun süredir ayakta duruyorum. Üzerimde açık renk bir gömlek ve koyu renk bir hırka var. Azıcık ilerideki taşın üzerine otursam biraz dinlenebileceğim. Çünkü burada epeyce uzun süredir duruyorum. Arada aklımdan “ne işim var benim burada?” gibi sorular geçiyor, ancak zihnimden yağmur sicimleriyle aynı hızda geçip duran diğer bir sürü şey gibi, onları da takip edemiyorum. Garip bir tembellik var üzerimde. Öylece donup kalmışım sanki. Her şeye üşeniyorum. Ama ne kadar sürecek bu perde, bilemiyorum. Sol ayağım yoruluyor, sağ bacağımı düzleştirip ağırlığımı ona veriyorum.
Yağmur ağacın, ağaç yağmurun, ben ise her ikisinin ve gecenin pes etmesini bekliyoruz. Kurulu bir düzen- oluşmuş, tıkır tıkır da işliyor. Hem de neredeyse bir matbaa makinesi ritmiyle. Yağmur yağıyor, kayanın yanındaki minik dereden sular akıp gidiyor, ağaç dal atıyor, yaprakların ucundaki su damlacıkları arada bir parıldıyor, burnumun ucuna su damlıyor, ilerideki silüet ağaçlar sağa sola kımıldıyor, ben ayak değiştiriyorum ve tısırtı. Bunların dışında hiçbir aykırı hareket yok.
Yine ayak değiştiriyorum. Çalılığın orada bir hareket oluyor fazladan. Ani bir korkuyla kendi nabzımdan sarsılıyorum. Ama hemen geçiyor. Elimi ağaca dayıyorum, ıslaklık hoşuma gitmiyor. Ellerimin ıslanmasını sevmem. Sanki parmaklarımın duyarlığı azalacakmış gibi gelir. Elimi geri çekiyorum. Taşa doğru gidip, üzeri ıslak da olsa dinlenmek gibi bir emir geçiyor beynimin oralarda bir yerden. Bu emirle, tam da kontrolümde olmayan bir hamle yapıyorum. Ama yarım kalıyor ve isteğim dışında on santim kadar ileriye atmış bulunduğum sağ ayağımla, yerdeki nesneleri isteksizce eşelemeye başlıyorum. Bu, yine de pek iradeli olmayan mizansen, sanki taşa oturma karanını etraftakilere çaktırmamaya çalışmış gibi bir izlenim veriyor. Doğrusunun da bu olduğunu düşünüp, kendime hafifçe gülüyorum. Kendi sersemliğime gülmekte olduğumu düşününce, yine pek elimde olmadan bu defa da onu belli etmemek için, ağzımı iki yana gererek güya gülüşümü maskeliyorum. Yani, hani ağzımı iki yana gererken gülmeye benzeyen ama aslında gülme olmayan bir hareket yaptığımı iddia
ediyorum. Bu ağaç, bu yağmur, bu karanlık ve bu etraftakiler bayağı adam gibi görünmeye başlamış olmalı bana. Kurulu düzene iyicene dahil olmuşum demek ki.
ediyorum. Bu ağaç, bu yağmur, bu karanlık ve bu etraftakiler bayağı adam gibi görünmeye başlamış olmalı bana. Kurulu düzene iyicene dahil olmuşum demek ki.
Sonra, çınarın en kalın görünen ve yere paralel duran dalının altına girmek geliyor aklıma. Bilmiş bir edayla kendime, bunu daha önce niye akıl edemediğimi soruyorum. Ve hemen bir buçuk adım kadar atıp, yeni keşfimi gecikmiş olarak uyguluyorum. Bu kadarcık hareket bile, sanki özgürlükmüş gibi geliyor (!).. Ama bu defa da alnıma eskisinden daha düzenli damlalar düşmeye başlıyor. Çok sinir bir şey! Hemen eski yerime dönüyorum. Tam da bu esnada, savruk bir rüzgâr başlıyor. "Hay aksi, belki de yerimi değiştirmesem başlamayacaktı" diye geçiriyorum içimden. Bana ıslaklığımı hissettiren bu bozguncu rüzgârın gölgelendiği bir yer bulmak için, ağacın gövdesi etrafında bir tur atmak zorunda kalıyorum. Noktayı bulduğum sırada, taşın orada bir hareket başlıyor. Biraz önce elimdeki çomakla bozmayı düşündüğüm su yatağının çeperindeki çamurdan set, sanki bayılıyormuş gibi ağır çekim bir hareketle yana
doğru devriliyor. Çamura bulanmış sular, ayaklarımın altından ve ayakkabılarımın üzerinden dağınık biçimde akmaya başlıyorlar. Sinsi bir saldırıya uğradığımı düşünüyorum. "Kımıldamasan olmazdı sanki!"
doğru devriliyor. Çamura bulanmış sular, ayaklarımın altından ve ayakkabılarımın üzerinden dağınık biçimde akmaya başlıyorlar. Sinsi bir saldırıya uğradığımı düşünüyorum. "Kımıldamasan olmazdı sanki!"
Çaresizlik içinde yukarı bakıyorum ve biraz önce altına saklanmayı hesaplayıp da
uygulamasını tutturamadığım o en kalın yatay dalın üzerine çıkarsam, bu serseri suların
ayakkabılarımın içine dolmasını önleyebilirmişim gibi geliyor. Çıkmam gereken yer yaklaşık iki metre kadar yukarıda. Yarı mesafede, yandan sürgün ve kalınca bir dal var. Elimi ağacın gövdesine atıyorum. Islaklık şimdi mecburen(!) rahatsız etmiyor. İkinci hamlede alçaktaki dalı tutuyorum, fakat daha ağırlığımı bile tam olarak veremeden kırılıp elimde kalıyor. Üstelik o küçücük debelenme sırasında uç kısmı yüzümü çiziyor. Elimde kalan dalı savurup, daha yere düşmeden, bir de tekme atıyorum. Keyfim iyiden iyiye kaçmaya başlıyor. Ulaşamayacağımı bildiğim halde çıkmayı düşündüğüm kalın dala doğru bir iki kez zıplıyorum. Ama bu yaptığım isteksiz hareketler, zıplamadan çok, onu aşağı çağırma mizansenine benziyor. Sonuçta sağ ayağım, deminden beri eşelenmekte olduğum yerde açığa çıkmış olan çamura batıyor ve hafifçe de burkuluyor. Üstelik üzerimdeki koyu renkli yün hırka, gövdedeki küçük çıkıntıya takılı kalıyor. Onu kurtarmak için, sanki ağaçta kendim asılı kalmışım gibi debeleniyorum sinirimden. Hırkamı bu haddini aşan bücür çıkıntıdan kurtarıp biraz da söylendikten sonra, yağmurun da hızlanmış olduğunu fark ediyorum. Sanki benim tuhaf meşguliyetimi fırsat bilmiş de hızlanmış gibi geliyor, dişlerimi sıkıyorum. İçimden bir
ses: “Her şey ne güzel tıkırında gidiyordu,” diyor ve belli ki, düzeni bozduğum için beni
suçluyor.
uygulamasını tutturamadığım o en kalın yatay dalın üzerine çıkarsam, bu serseri suların
ayakkabılarımın içine dolmasını önleyebilirmişim gibi geliyor. Çıkmam gereken yer yaklaşık iki metre kadar yukarıda. Yarı mesafede, yandan sürgün ve kalınca bir dal var. Elimi ağacın gövdesine atıyorum. Islaklık şimdi mecburen(!) rahatsız etmiyor. İkinci hamlede alçaktaki dalı tutuyorum, fakat daha ağırlığımı bile tam olarak veremeden kırılıp elimde kalıyor. Üstelik o küçücük debelenme sırasında uç kısmı yüzümü çiziyor. Elimde kalan dalı savurup, daha yere düşmeden, bir de tekme atıyorum. Keyfim iyiden iyiye kaçmaya başlıyor. Ulaşamayacağımı bildiğim halde çıkmayı düşündüğüm kalın dala doğru bir iki kez zıplıyorum. Ama bu yaptığım isteksiz hareketler, zıplamadan çok, onu aşağı çağırma mizansenine benziyor. Sonuçta sağ ayağım, deminden beri eşelenmekte olduğum yerde açığa çıkmış olan çamura batıyor ve hafifçe de burkuluyor. Üstelik üzerimdeki koyu renkli yün hırka, gövdedeki küçük çıkıntıya takılı kalıyor. Onu kurtarmak için, sanki ağaçta kendim asılı kalmışım gibi debeleniyorum sinirimden. Hırkamı bu haddini aşan bücür çıkıntıdan kurtarıp biraz da söylendikten sonra, yağmurun da hızlanmış olduğunu fark ediyorum. Sanki benim tuhaf meşguliyetimi fırsat bilmiş de hızlanmış gibi geliyor, dişlerimi sıkıyorum. İçimden bir
ses: “Her şey ne güzel tıkırında gidiyordu,” diyor ve belli ki, düzeni bozduğum için beni
suçluyor.
Bir an için artan rüzgâr, içimdeki sesin ortağıymış gibi beni buluyor ve o sinirle gözüme sanki koca bir kova dolusu gibi görünen bir miktar suyu, suratıma atıp kaçıyor. Ağaç rüzgârla birlikte canlanıp kımıldanmaya başlıyor. Hedef küçültmek iç güdüsüyle olsa gerek, ağacın dibine çömeliyorum. Sırtımı gövdenin kuru olduğunu nedense zannettiğim bir yerine dayıyorum. Sağ küreğimin oralarda bir şey, bir çıkıntı batıyor. Azıcık kalkıp tekrar oturarak dayandığım yeri değiştirmeye çalışıyorum. Ama münasebetsiz çıkıntı yine batıyor, yine değiştiriyorum, derken sağ ayağım, altındaki çamurda kayarak önleyemediğim bir şekilde ileriye doğru uzayıveriyor. Ve o kargaşalıkta da yere oturuyorum.
Biraz önce ayakkabılarıma girmesini önlemek için iki metre yüksekliği göze aldığım aşağılık suların, pantolonumun içine ve daha da içerilere doluştuklarını hissediyorum. Kalkabilmek için elimi yere koyduğumda, allahın cezası bir kıymık, avucumun baş parmak tarafına batıyor. Acıyla kısa bir nara atıyorum. Biraz daha az ıslanmak için yaptığım önemsiz, sıradan ve küçük bir proje yüzünden bozmuş oluyorum herhalde ki, başıma bunlar geliyor diye yineliyorum içimden. Adeta bir kaşık suda boğuluşumu seyrediyorum. “Tıkır tıkır işleyen düzeni bozarsan böyle olur, müstahaktır sana!” diyorum kendi kendime.
Allahın cezası kıymığı çıkartmak istediğimde, elimin çamura bulandığını fark ediyorum. Hani şu azıcık ıslanınca duyarlığını kaybetmesinden korktuğum elimin. Öfkeyle avucumdaki çamuru pantolonuma silmek isterken, yerini tam hissedemediğim kıymığı kanırtıyorum ve bir kez daha, ama bu defa daha küfre benzeyen bir nara atıyorum. Arkasından bir de lanet okuyup ayağa fırlıyorum. Blucinim, üzerindeki çamur ve suların ağırlıkları yüzünden, neredeyse on santim aşağıda kalmış. Çamurlu ellerimle yukarı çekmeye çalışıyorum ama olmuyor, üstelik biraz da sağa doğru çarpılıyor. İsyan halinde, sanki kendimi dövmeye karar vermiş ama insanlığımdan dolayı son anda vazgeçmiş gibi birkaç mimik yaptıktan sonra, hırsımı yağmur sicimlerinden almaya kalkışıyor ve onlara birkaç tokat savuruyorum. Bu hareketimle de pantolonum biraz daha çarpılıyor ve az daha aşağı düşüyor. Bu arada arka tarafımdaki gerilimden hissediyorum ki, sol paçam ayakkabımın altına girmiş. Çakmağımı çıkartıp elimdeki kıymığa bakmak istiyorum ama belli ki biraz önceki itiş kakış sırasında düşürmüşüm. Çünkü cebimde yok. Bu vesileyle, cebimin içini ve kenarlarını çamurla sıvamayı başarmış oluyorum. Yerde azıcık pırıltı yapan her şeyi gümrükten geçirdikten sonra, öfkeden çakmak çakmak olan gözlerimin aydınlığında çakmağımı buluyorum. Ama galiba üzerine basmışım. Yanmak bir yana, bir iki dakika içinde otoyolda çiğnenmiş bir tilki cesedine dönüşmüş. Oysa daha işin başında, onunla ilgili güzel hayallerim olmuştu. Yağmur duracak. Oradaki taşın sığınağında çakmağımla bir ateş yakacak ve sigaramı tüttürerek, gecenin berraklığında yağmur sonrasının keyfini çıkartacaktım.
Çakmağı fırlatıp atıyorum. Ama bu defa daha yavaş. Çünkü her sert hareketimde pantolonum biraz daha düşüyor. Sonra, çakmağımın ayağımın altında çamura saplanıp öldüğü yeri cezalandırmak için olsa gerek, ayakkabımın tabanıyla ve yine tedbirli bir hızla yere vuruyorum. Bu darbenin hışmından korkup kaçan dört ya da beş çamur parçası yüzümegözüme ve sakallanma sığınıyorlar. Üstelik bir düşme tehlikesini daha, son anda atlatıyorum.
Sonra ayakkabılarımın ağırlaşmasından ve boyumun birazcık uzamasından, altlarında
çamurdan birer topuk oluştuğunu fark ediyorum. Çocukluğumdan beri sinir olduğum bu çamur-topuklardan bir an önce kurtulmak için, yine çocukluğumdaki yöntemi kullanıp önce sağ ayağımı ve bacağımı ileriye doğru tekme atar gibi savuruyorum. Ve olan oluyor! Çocukluğumdan kalan sahneyi eksik hatırladığımı anlıyorum. Çünkü yine çocukluğumda olduğu gibi ayakkabım fırlayıp gidiyor ve karanlıkta kayboluyor. Düştüğü yerden bir ses bile gelmiyor üstelik. Çaresizlik içinde ayağımı diğer bacağımın dizine dayamaya çalışıyorum ama dengem bozuluyor ve zaten çoktan çoraplıktan çıkmış çorabımla çamura basmak zorunda kalıyorum.
Sinirlerim daha fazla dayanmıyor ve öteki ayakkabımı da çıkarıp fırlattıktan sonra yere,
çamurların içine oturuyorum. Mağlubiyeti kabul etmemek için de, iki elimle iki avuç çamur alıp pantolonuma sıvıyorum. Sonra da bestesiz güftesiz bir şarkı mırıldanmaya başlıyorum.
Bir saat kadar sonra, yağmur pıt (!) diye duruyor ve hava aydınlanmaya başlıyor. Ama güneş çıkmıyor. Taa böğürtlen çalısının orada, gecenin tek iyi haberi olarak yan yana düşmüş olan ayakkabılarımı giyip, bayırdan aşağı çamurlara bata çıka köye doğru iniyorum. Köyün kahvesine vardığımda tamamen çökmüş durumdayım. Ortada yalnızca, kahvecinin üç numara kesilmiş san-kızıl saçlarının önü girdaplı çırağı var. Beni tanıyor, çünkü bir aydır yukarıdaki dağın tepesinde resim yapıyorum. Ama şimdi pek tanıyormuş gibi bakmıyor. Ressamlığın da bayağı zor meslek olduğunu geçiriyor olmalı aklından. En sonunda bir çay içebiliyorum. Ama sigarasız. Açık renk gömleğimin göğüs cebindeki paket çoktan patlamış ve dışarıdan bakınca bile tütünlerin parlak sarı renkli taneleri okunabiliyor.
Bakkal henüz açmamış. On-on iki yaşlarındaki çırak, gizli gizli içiyorsa ve zulasında sigarası varsa bile, ustasını da tanıyan bir büyüğe sigara ikram etme riskine girmez diye düşünüp sormuyorum bile.
Bütün aksilik, o gece resim yaptığım yerin hemen yakınında yer alan ve toplanan kirazları yağmurdan korumak için kullanılan uydurma kulübede kalmak istememden çıkıyor. Akşam, hattâ gece olup da yağmur yavaş yavaş başlayınca, iş işten geçmeden köye dönmeye karar vermiş fakat yağmur çok hızlanınca da dinene kadar olmak kaydıyla, karanlıkta görebildiğim tek büyük ağacın altına sığınmışım. Gece tabiatının büyüsüne kapılıp biraz oyalanınca da olanlar olmuş. Çalıların arasında fark edip korktuğum hareket ise, dağda odun kesmekten dönen bir köylünün geçişiymiş meğer. Adam geç vakit karanlıkta, mezarlığın çok yakınındaki çınarın altında beni fark edince, hortlak zannedip tabanları yağlamış ve heyecanla kahvedeki herkese defalarca anlatmış. Sonraki günlerde tesadüfen kahvecinin kendisinden öğrendim bunu.
Olayın aydınlığa çıkmasına rağmen gece yarısı, tabiatın muhitine girip onun düzenine çomak sokmaya kalkışmanın nelere mal olduğunu köylülere anlatmayı denemedim bile. Tabii ki, nasıl bir hortlağa dönüşmeyi başardığımı da.